GERİ

        Transferci keratanın ekmeğini elinden alan kekik yağcı damadın
      arkadaşının yürüyemeyen kaynanasına dair

İki haftadır İstanbul’da havalar çok kötü. Benim sırtım pek, tabanlarım deliksiz, evim işyerim sıcacık. Kötü hava yoksulların sorunu derken, benim de sorunum oluverdi. İşe gitmek için kullandığım deniz otobüslerinin seferleri iptal oldu. Evi ile işyeri iki ayrı kıtada olanlar bilirler, bu andan sonrası kabustur. Zaten arapsaçı olan kara yolu, ulaşım olmaktan çıkar, ulaşamama yolu olur. Çalışıyorsa, denizin diğer insan taşıyıcıları da elbette tıklım tıklım olur.

Ben de özel sektörün vapur özentisi motorlarını deniyorum. Cabbar çaycılar o sıkışıklık da bile fink atıyorlar. Deniz otobüsündeki yeme içme ve okuma lüksünden yoksun olmanın zorunluluğu ile çayımı içip çevremi dikizliyorum. Camlarda tül perdeler fiyonklanmış. Demek sadece vapura değil, gecekondulara da özeniyorlar. Daracık orta koridor silme insan. İstihap haddi diye bir kavram yok sanırsam; oturaklar sıkışık nizam. İki yanımdakilerin kaba etleri benimkilerlerle kaynaşmış, dizlerim karşı sıradakilerle restleşerek, sınırlı sorumlu komşuluk sürdürüyorlar. Karşı komşum iki adam, hararetle konuşuyorlar. Kulak misafiri olmuyorum, onlar çevredeki herkesin kulaklarında zorunlu misafirler. Madem konuşmalarını herkes duysun istiyorlar, ben de size aktarıyorum:

-Kaynanımın ayakları tutmuyor. İki aydır yürüyemez oldu. Doktora götürücem bu akşam. Süleyman, bu ayak yürüme işlerine falan nöroloji doktorları bakar, dedi. Bizim Yusuf’a söyledim. ...ittir et .. herifi, kendi kendine iş yaratıyor, dedi. (Kahkahalar arşa yükseliyor.)
-Yusuf nerde şimdi?
-...hospital’da.
-Transferci kerata.
-Valla öyle, dolaşmadığı yer kalmadı. Ne çok yer değiştiriyor, top gibi herif.
-Neyse işte. Randevu verdi, akşama ona götürücem. Şu dizden iğne yapılıyor ya, ondan yaptırıcam.
-Yaptırma. İstersen yaptır, ama bence yaptırma. Benim kaynananın da aynısıydı. Doktor bu iğnelerden verdi. Sonra bizim Ali dedi ki bu iğneler işe yarayabilirmiş de yaramayabilirmiş de. Yaramazsa durum çok daha kötü olurmuş. Ben ne yaptım? Kekik yağıyla çözdüm işi. Şimdi kaynanam, sabah akşam dizlerine kekik yağı sürüp yünle sarıp yatıyor. 2 aydır böyle böyle epeyce iyi oldu.
-Nerden aldın kekik yağını?
-Yaav para değil, iki üç milyon. Sürüyorsun çok iyi. Sonra geçenlerde böyle konuşuyoruz. Mehmet’in de geçmeyen bir cilt hastalığı varmış, kekik yağı damlatmış geçmiş. Her derde deva.

Bu diyaloğu yorumlamama elbette gerek yok. Epeyce önce internetten gelen bir iletiden çalıntı:
“İlacın tarihi:
İsadan önce 2000 . Al bu otu kaynat iyi gelir
...
İsadan sonra 2000 Al bunu kaynat iyi gelir”

Bir sıkımlık diş macunu kazandıracak günün sorusu şudur: İttir gitsin bir nörolog tarafından muayene edilmesine gerek olmadığını, oysa dizine iğne yapılmasının şart olduğunu, daha hastayı muayene bile etmeden bilen, bu transferci kerata cerrahın, ipliğini pazara çıkaran, kekik yağcı damadın, ikna ettiği bizim damadın, yürüme yeteneğini yitirmiş kaynanası, doğru tanıya ve tedaviye ulaşma şansını, hak etmeyecek ne yapmış olabilir? 2009’un bilimsel Türkiye’sinde yaşamaktan başka?

Bir de kişisel ek sorum olacak, bilene:
Başrolde olduğu halde sahneye çıkmasına gerek görülmeyen bu zavallıcık hastalar, evlerinin kuytularındayken bile, sabahın köründe sadece Asya’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan beni nerden buluyorlar?

8 Ocak 2009

GERİ