GERİ

        Yaşasın Hayat; Yaşanan Hayat

Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer.
İçsen de tükenir içmesen de.
Bu yüzden hayattan tat almaya bak.
Çünkü yaşasan da biteceeeek yaşamasan da...
Neyzen Tevfik

Yaşadığım hayatı, yaşanan hayat kılma gayretimi sürdürüyorum. Bolca gezme/görme, izleme/irdelemeyi bu kapsamda değerlendiriyorum. Dün, yani pazar günü dinlencesinde yine yollardaydım. Teorisini bilmediğim ama yapmaktan vaz geçemediğim bir işi yapmaya gidenlerin eşlikçisiydim.

Hep beraber Bursa’nın köylerinde fotoğraf çekmeye gidiyoruz. Dediğim gibi onlar işi biliyor, bense keyfini sürüyorum. Keles yolunda, Uludağ’ın batı eteklerinde, dağ yolundayız. Issız sakin, güneye doğru ilerliyoruz. Yol kesilmiş. Bir büyük kepçe, bir yerden taşı kumu alıp öteye boşaltıyor. Geçemiyoruz. Bekliyoruz. Önümüzde ve karşımızda bekleyen birer özel oto var, o kadar. Belli ki yolu yeni kapatmışlar. Ne zaman açacaklar bilmiyoruz. Önümüzdeki aracın sürücüsü iniyor, belli ki sormaya gidiyor. Kısa boylu tıknazca bir adam. Ardından 10 yaşlarında bir oğlan çocuk iniyor. Koşup elini tutuyor. Birlikte ilerliyorlar. Karşıdan uzunca bir adam geliyor. Aralarında bir moloz yığıntısı ile iki adam karşılaşıyor. Çok kısa bir zaman diliminin ardından çocuğun elini bırakan havaya sıçrayıp karşısındakine bir Osmanlı tokadı yapıştırıyor.

Locadan film izler gibiyiz. Slow motion gördüğümüz şu: Tokadı yiyen şiddetle yana savruluyor. Şık ve hafif uzunca kesim saçları savruluyor. Ardından birkaç adım geriye gidiyor. Öteki üzerine yürüyor, çocuk ceketine yapışmış onu geri çekiştiriyor. Önümüzde duran tıklım tıkış dolu arabadan bir kadın fırlıyor. Olay yerine doğru seyirtiyor. Koşuyor diyemeyeceğim çünkü çok gayret ediyor olmasına rağmen kiloları yüzünden hızını pek arttıramıyor. Gövdesinin genişliği ve yerleri süpüren uzunluktaki pardesü yüzünden yuvarlanırcasına gidiyor gibi görünüyor. O ulaşana kadar nereden çıktıklarını anlayamadığım bir yığın başka adam olay yerine ulaşıyor. Tam bir kaos oluşuyor. Yeni arabalar geliyor. Onların içinden çıkan kadın erkek genç yaşlı herkes bu karmaşaya karışıyor.

Yolu Engelleyen Kepçe

Sıcacık locamızın konforunda, olan bitene geniş açıyla bakıyor, tam bir aksiyon filmi izliyoruz. Dövüşenler ve ayırmaya çalışanlar birbirine karışıyor. Tekmeler, yumruklar hesapsızca savruluyor. Küçük oğlan bile işin içinde; kocaman taşlar fırlatıyor. Ortalık kana bulanıyor. Hüyela bir iş makinası hızla geliyor. O çoook yüksek koltuğundan hemen yere atlayan çelimsiz delikanlı hızla kalabalığın içine dalıyor, elindeki çekiç güneşte alazlanıyor. Taaa uzaklardan koşarak gelen iri kıyım bir başka delikanlı, Van Dame filmlerindeki gibi bir sıçrayışla havada öyle bir tekme savuruyor ki görülmeden inanılacak türden değil. Tekmeyi yiyip yere serilen adam, ne ilk tokadı atan ne de yolu trafiğe kapatan. Bu tekmeyi atan da kimi tekmelediğini biliyor olamaz, çünkü uçarak gelip uçarak tekme savururken her hangi bir şeyi bilip anlamasına zaman yok. Bütün bilebileceği, birlikte çalıştığı insanların taraf olduğu bir kavganın sürüyor olduğu. Bu kadarı yetiyor delikanlı adama, girişiyor.

Hep öyle değil midir? Bizimkiler vardır, bir de ötekiler. Bir de, dövüş varsa mutlaka dövüşmelisin şeklindeki delikanlı mantığı. Ötesi korkaklıktır ki bozar adam olanı.

Bizim sürücü öyle düşünmüyor. Erkekliğin onda dokuzu… diyor. Arabanın kapısını kilitliyor, açmıyor. Kapıyı açması için zorlayanların sesleri yüksek perdeden, sözleri fütursuz ve her ikisi de bayan. Burunlarından tütüyorlar. İnebilseler, bir çırpıda karışacaklar kavgaya, niyetleri ayırmak oysa. Tıpkı aşağıda dövüşen birçoklarının niyeti gibi. Arabadaki ben dahil diğer kadınların seyirlikten öte değil ilgileri, tıpkı bizim minibüsdeki güçlü kuvvetli bir çok erkek gibi. Bir seyircileriz. Oyuncusu olmaya hiç niyetimiz yok bu kanlı oyunun.

Ben fotoğraflarını çekiyorum olup bitenin, ama acemiliğim yüzünden aksiyonları kaçırıyorum. Asıl fotoğrafçıların hiç biri çekmiyor tek bir kare bile. Onlar günün geri kalanında köylerde fotoğraf çekiyorlar, bolca. Dönüş yolunda birbirlerine gösteriyorlar. Ben de bakıyorum merakla. En çok insanları çekmişler. Bu yurdu otuz senedir devamlı gezen biri olarak söyleyebilirim ki, çektiklerinin hepsi sıradan insanlar ve sıradan durumlar. Anadolu köyü gerçeğinin tam kendisini, evire çevire, ısmarlama pozlarla çekmişler. Çoğunlukla erkeği kahvede oturur, kadını da çalışır halde yani sıradan hallerindeyken saptamışlar. Bu fotoğrafları çekenlerin hemen hepsi de köy kökenli, niye ayrıksı buluyorlar ki bunları? Himalaya tırmanışında ya da Karaip dalgalarında çabalayanlar değil ki görüp gösterdikleri. Sabah izlediğimiz kavganın adamı, kadını, çocuğu yok çektikleri arasında.

Yolu Engelleyen Kepçe

Hayatı tanımayan bir ben miyim, yoksa? Dövüşmek çok mu sıradan? Kahvede oturmak, üzüm şırası kaynatmak, tarladan lahana kesmek, yüklü eşekle yolda yürümek kadar mı sıradan? Dövüşmek yaşamsal bir gereklilik de o yüzden olağan mı gelmiş hepsine? Yoksa ebelenen, erkekliğin onda dokuzu mu? Fark ederlerse öfkeleri bize yönelebilir diye mi kavga edenleri fotoğraflamamak? Sonradan kendime bu soruyu sorduğumda, dolaştığımız köyde kapısının önüne çıktığında fotoğraflandığını fark eden yaşlı kadının öfkesini hatırlıyorum. Nasıl kızıp bağırmış, bizi kovmuş, gerisin geri içeri girerken kapıyı suratımıza çarpmıştı. Kimileri asla fotoğraflanmak (yani bakılmak) istemiyor, bazıları o anda/o şekilde fotoğraflanmak (yani görüntülenmek) istemiyor, aksi halde çok kızıyor. Kendisinin ya da yaşantısının fotoğrafını çektirip çektirmemeye hakkı yok mu herkesin? Oysa biz köye dalıp, yüzlerini, evlerini, yaşamlarını fotoğraflıyoruz. Çalıyoruz görüntülerini, tıpkı meyve ağaçlarının dallarındakiler gibi. Şehirde, gerçek bir şehirliye bunu yapamayacağımızı bildiğimiz için mi yoksa dolanıyoruz köylerde? Bir gökdelenin bilmem kaçıncı katındaki holding yönetim kurulu toplantısına dalıp deklanşöre basamayacağımızı bildiğimiz için mi, inek sağan teyzenin ahırındayız?

Yaşantının kopyasını çıkarma furyasının neferiyiz ya, tam yol ilerliyoruz. Yolumuzu dövüş kesiyor, yeterince sıra dışı (özel) bulmuyoruz. Köyü/köylüyü öteki sanmamız da yoksa fotoğrafçılığının bile ithal oluşuyla mı bağlantılı? Zaten sadece fotoğraflarken değil, her zaman kendi yaşantımıza değil ötedekilerininkine bakıyoruz. Kendimizi görmeyişimiz, bilmeyişimizin nedeni bu mu acaba?

Seyirci ya da oyuncu olsak da, ya da buyken öbürü olmaya çabalasak da hiç fark etmez; hayat çok ama çok çarpıcı. Yaşam yolculuğumuzda işler dinginken birbirimize çok benziyoruz ama önümüze dövüş/savaş çıkınca farkımız fark ediliyor. Varsın olsun, zaten kahramanlık dediğin de korkaklığın destanı değil mi?

31 Ekim 2011

GERİ