GERİ

        Yüzme Öğrenilir

Bu yazı, yüzme bilmeyen can arkadaşım Naz’a yazılmış, ama kasten dileyen herkese postalanmış bir mektuptur.

Sevgili arkadaşım Naz, sana yüzme öğretebilirim. Ben ne spor hocasıyım, ne de doğru dürüst kulaç atabilenlerdenim. Bu iddiamın nedeni bambaşka. Aslında hiç de başka olmayan bir şey. Sana anlatacağım.
Ben, beynin çalışma biçimini birazcık da olsa bilirim. İşte oradan, burayı anlatacağım.
İnanmadın mı? Her şeyin beyinde başlayıp, beyinde bittiğine inanmıyor musun? Öyleyse bile, bu yazıyı (dikkat uzundur) bir kez oku, ne kaybedersiniz? Senin yüzememe sorununu çözemese bile, bakarsın okuduklarından keyif alırsın.

        1- Beyin İşlemcidir; İşetir

Nutuk başlıyor:
Beynimiz kabaca iki bölümden oluşuyor. Antik beyin ve yeni beyin diye bu ayrımı adlandırabiliriz. Antik beyin denilen bölüm, kafatasında en içte ve en derinde yerleşmiş olan bir yapılar topluluğudur ki bu yazının gündemine giren ve orta beyin diye bilinen minicik topak bu küçümen yapının bir parçasıdır. Tıpta “beyin sapı ve orta beyin” olarak bilinen bu yapılar topluluğunu, yazının bundan sonrasında “antik” adıyla anarken, çoğunlukla orta beyinden söz ediyor olacağım. Merkezdeki bu minik topağı çevreleyecek şekilde, iki yarımdan oluşan kocaman bir ceviz içi gibi kıvrımlı yapıya ise “yeni beyin” diyeceğim. Laf arasına sokuşturduğumu yineleyeyim: Bilim dilinde hemisfer denilen bu iki yarımdan oluşan yeni beyin, korteks denilen kıvrım kıvrım kabuğuyla eskisinden (lütfen dikkat) kat be kat büyüktür. Sanırım gördüğün hayvan beyinlerinden ya da fotoğraflardan bu kıvrımları anımsamışsındın.

Bu eski ve yeni beyin ayrımını bilmenin yüzme öğrenmeye ne faydası var dersen, o ooo, çok bekleyecek (4-5 sayfa falan), oraya gelene kadar, beyin üstüne daha bir dolu laf okuyacaksın:

Bu kaba ayrıştırmayı sürdürürken öncelikle belirtmeliyim ki, en dibe saklanmış olan “antik beyin” yaşamsaldır. Sadece hayatta kalabilmemiz için çalışır. Acıkma/susama gibi beslenme, cinsel istek/beceri gibi üreme ve de benzeri bütün yaşamsal işlevlerimizin kumandası buradadır. Bütün iç organlarımızın çalışması da buradan yönetilir. Göz yaşarmasından tükürük üretimine, sindirim için bağırsakların kasılmasından, kötü tat ve kokuyla midemizin bulanmasına, korkunca yüreğimizin ağzımıza gelmesinden, şaşırınca gözlerimizin belermesine, panikleyince tüylerimizin dikleşmesinden, utanınca suratımızın kızarmasına, kızınca elimizin yumruk olup kasılmasından, ani bir felaket karşısında donup kalmamıza varana dek, hayatta kalmamızı sağlayan her şeyin kumandası oradadır.

Şimdi sıkı dur; çok önemli bir şey söylüyorum; antik beyin akıl dışı çalışır. Yaptığı her şeyi otomatikman yapar. Düşünerek değil. Çünkü yukarda söz ettiklerim dahil beynin bu bölümünün yaptığı her şey, tekrarlıyorum; “hayatta kalma programı” tarafından otomatiğe bağlanmıştır, düşünmeden anında yapılır.

Bu antik beyin için söz ettiklerimizden çıkan doğal sonuç gereği, yeni yani büyük beyinse düşünerek, akılla çalışır. Daha doğrusu, akıl dediğimiz şeyin oluştuğu yer “yeni” beyindir. Mini minnacık eski beyin, hiç akla başvurmadan bizi yaşatıp, hayatta tutarken, ona göre çok kocaman olan beyin kıvrıntılarımız aklımızdır. Aklımızsa nasıl yaşadığımızdır.

Madem kabadan gidiyoruz, şöyle bir ayrım daha yapabiliriz. Eski beyin duygularımızı, yeni beyinse aklımızı üretir, diyebiliriz. Bunlar birbirinden etkileşmez mi, birlikte çalışmazlar mı, diye kafa bulandırmayalım. Elbette öyledir de buralara girmek, konuyu çok uzatacağından, duygular ile aklın arasındaki ayrımın sınırı nedir, falan demeden, izninizle şimdilik, bu bölünmüşlükten ilerleyelim.

Antik yani eski beyin, evrim aşaması bize uzak olmayan bütün canlılarda, benzer şekilde vardır. Örneğin bir köpek de kanının temizliğini böbrekleriyle yapar. Bunun için de mesanesi dolunca işer, biz de öyle. Çişin yapımından söz edecek değilsem de izninle işeme örneğini sürdüreceğim. Bu basit iş, oldukça kapsamlı bir organizasyonun sonucudur. Mesane denilen kastan ibaret kesenin, böbreklerden çiş geldikçe gevşeyip büyümesi, bu sırada kesenin ucunda bulunan kanalın tam olarak kapalı kalıp çişi damlatmaması, kese dolunca, “mesane doldu bilgisinin beyne iletilmesi ve “boşalt” emrinin geri getirilmesi, bu haberleşmeyi sağlayan sinirler, o sinirleri birbirine bağlayan sinir ağları ve demet demet sinirlerden oluşan sinir yolları, bu yolların emir eri olan kimyasal haberciler, mesane kasların kasılırken eş zamanlı olarak kanal kaslarının gevşemesi ve böylece idrarın boşaltılması, idrar tam boşalana kadar beklenip kanalın erken kapatılmaması, daha bir yığın ayrıntının yönetimi ve denetimi, yani hepsinin kumandası, hep bu mini minnacık antik beyindedir, köpekte de bende de. Yollar da aynıdır yolcu da. Zırnık fark yoktur. Fark koskocaman yeni beyindedir. Ben, çişim geldi diye bulunduğum yere işeyivermem. Aklım buna izin vermez. Uygun zamanı ve zemini ararım, hatta yaratırım. İşte yeni beynimin (aklımın), bana (insana) katkısı budur.

Bulduğu duvarın dibine işeyen herifleri ve dışarı çıkarılmazsa patlayana kadar çişini tutabilen ev köpeklerini falan, iyisi mi hiç konuşmayalım, yoksa “evrim basamaklarının neresindeyiz” sorusunu da sormak gerekiverir…

Bu girizgâh epeyce uzadı. Konuya ısındıysak, burada kesip ikinci bölüme geçelim isterim.
Dikkat, yazının devamını okumak istemeyenlere beddua ederim: Her tuvalete gittiklerinde çişini tutamayan ya da yapamayan hastaların çektikleri eziyeti anımsasınlar, amin.

        2-Beyin Korkaktır

Bir önceki bölümde beyni kabaca ikiye ayırmış, böl anlat taktiği uygulamıştım. Bu bölücülüğü pekiştirerek amacıma doğru giderken, bir temel noktayı daha anımsatayım:
Biz, yaşamımız süresinde, birçok şey öğreniriz. Birçok şeyi de, aslında hiç öğrenmeden biliriz. İşte öğrenmeden bildiklerimizi antik beyin, öğrenerek bildiklerimiz yeni beyin sayesinde biliriz. Bu ayrım da aslında çok önemli ve temeldir. Bazı bildiklerimizi öğrendik sanırız ama aslen zaten bilmekteyizdir. Örneğin bir bebek, meme emmeyi öğrenmez, ilk seferinde sütü çekiştirmeyi beceremese de, emmeyi bilerek doğar. Bu durum aramızda tartışma yaratmaz; hepimizce aşikârdır, bu ve benzeri yaşamsal davranışları “içgüdü” diye etiketleyip rahatlamışızdır. Oysa aynı bebeğin yürümeyi becermesi bir yıl falan sürdüğü için, yürümeyi öğrendiğini sanırız. Yürümeye içgüdü falan demeyiz. Hatta bebeğe öğretmeye kalkarız. Oysa bunu da bilerek doğmuştur, sadece beceriyi geliştirmesi epeyce zaman aldığından, bizim bu durumu algılamamız biraz zorlaşmıştır.

Bu “öğrenmeden bilme” ve “öğrenerek bilme” konusunda kafamız pek net değildir. O yüzden zaten sahip olduğumuz şeyler, baştan görünmez de zaman içinde ortaya çıkarsa, onları biz edindik sanırız. Doğuştan bilme ve sonradan öğrenme konusundaki algı, daha doğrusu yargı karmaşasını, korkularımız (fobiler) konusunda da yaşarız. Uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, dedemin dedesi Freud’un etkisi, nedense azalacağına zamanla çoğalır ve onun bakışı ile biz, fobilerimizi öğrendik (çocuklukta edindik) sanırız; oysa biz hiç öğrenmeden birçok şeyden korkarız. Bebekler korkmadığı için, bizim korkularımızı öğrenerek edindiğimiz kanısı pekişir. “Aslında çok severmişim ama çocukken beni bir köpek kovaladığı için artık ödüm kopuyor” öyküleri kol gezer. Yanılsamadır. Anlaşıldı, buraya biraz çıpa atalım ve insanların en önemli korkularını (fobi) beraberce listeleyelim:
1.Fare, kedi, köpek, yılan (koca sürüngenler ve minicik kurtçuklar dâhil bütün sürüngenimsiler), örümcek, bir de arı (:Zehirlenme)
2.Yükseklik, uçak, asansör (:Düşme)
3.Yüzme, başını suya sokma, yüzüne su tutulması (:Boğulma)
4.Silah, bıçak, tabanca, hastane, dişçi, iğne, kan (:Yaralanma)
5.Karanlık, yalnız kalma, kalabalık, meydan, yabancı (:Saldırıya uğrama)
6.Hastalık, kaza geçirme, sevdiğinden ayrılma (Kaybetme)

Bilmem başka var mı, bir çırpıda benim aklıma gelenlerin tümü bu kadar (Psikiyatristlerin “performans anksiyetesi” dedikleri başarısızlık yani sahneye çıkma korkusunu kasten liste dışı tuttum).
Şimdi grupladığımız bu listeyi beraberce yorumlayalım: İster yılan, örümcek, arı, gibi zehir, ister fare gibi veba veya köpek gibi kuduz mikrobu taşısın, korktuğumuz bütün hayvanlar, atalarımızın bizzat ölümünden sorumludurlar. Vakti zamanında köpeklerin kurt, kedilerin panter olduklarını da unutmayalım. Ayrıntıya dalıp sıkılmayalım ama yukarıda listelediğimiz diğer bütün korkularımızın da “hastalanma, saldırılma, öldürülme sonuçta ölme” eksenine sınırlı olduğunu bir iyice anlamış olalım. Yani korkularımızın hepsi yaşamsal anlam taşıyor. Hepsi hayatta kalmamızı kolaylaştırmayı hedefliyor. Hepsi antik beyin ile bağlantılı. Hepsi öğrenmeden bilinenlerden ama, evet işte, işin bir de aması var.

Bence korkularımızın hepsi antika, hatta düpedüz köhne. Çünkü biz şehirde tüneyenler, artık örümcek ya da yılan sokmasından ölmüyoruz. Hatta ülkemizde zehirli hayvan türleri bile yaşamıyor, onların soyları çoktan kurudu ama hala örümcek fobisi olan insanlar bile var. Veba, ortaçağda insanları kırdı geçirdi ama biz sadece adını biliyoruz o hastalığın. Çoktan Veba mikrobunun da soyu kurudu. Bunu da biliyoruz bilmesine yada veba nedir bile bilmiyoruz ama farenin adını duyunca bile koltuğun tepesine zıplıyor bazılarımız. Oysa hiç birimiz fare tarafından da ısırılmadık. Isırılanı bile görmedik, hatta en çok korkanların birçoğu ömründe fare bile görmemiş olabilir. Freud usulü ana babamızı da suçlayamayız, bizi fareyle korkuttular diye. Bu ve benzeri hiçbir tecrübemiz yok. Yani korkularımızdan sorumlu olan ailemiz ya da biz değiliz, yani yeni beynimiz değil, suçluysa eğer antik beynimiz suçlu. Öğrendiğimizden değil, zaten (atalarımızdan beri) bildiğimizden dolayı korkuyoruz. Oysa korkularımızı edindiğimizi sanıyoruz. Yanılıyoruz. Biz onlarla doğuyoruz, sadece su yüzüne çıkmaları sonradan oluyor, hani bebeğin sonradan yürümeye başlaması gibi.

İnanmadın mı bana Naz, sen hala tersini mi düşünüyorsun? Peki tamam, çocukken bir gün seni köpek kovalamıştı, o gün çok korktuğun için şimdi de köpekten korkuyorsun. Öyle mi? Boş versene, köpekler sadece korkanı kovalarlar. Çünkü inanılmaz oranda hassas olan burunları, insanın korkunca salgıladığı adrenalinin kokusunu metrelerce uzaktayken bile duyar, düşmanın geldiğini (yani korkanı) algılar ve saldırırlar. Yani sen bu anlamda, zaten beyninde kaçmaya başladığın için kovalandın. Çünkü ataların kurtlarla boğuştu ve onların ne kadar güçlü savaşçılar olduğunu öğrendi, yaşamak için onlardan korkmak/kaçmak zorundaydı. Sen de o genlerle donanımlı olarak doğdun. Evrim ne bilsin bizim ormanı çoktan terk ettiğimizi, kendimizi ördüğümüz beton duvarların içine hapsettiğimizi, özgür ruhlu kurdu kuru ekmeğe kandırıp köpek adıyla kapımıza bekçi ettiğimizi, o görkemli panteri bile sütle dadandırıp, minicikleştirip kedi adıyla çağırdığımızı, yani güçlü düşmanlarımızı kapımıza köle, aslında korkularımıza bekçi kıldığımızı...
Bunları evrim bilmezse, eski yani antik beynimiz de bilmez.
Bana hala inanmadın mı? Köpeklerin saldırganlıkları, bizim ne bildiğimizden bağımsızdır, diye mi düşünüyorsun. O yüzden, bizim evdeki hariç, öteki köpeklerden (tanımadığımız kedilerden ve hatta insanlardan bile) korkmak zorundayız, diye mi düşünüyorsun? Peki, öyle olsun. Minicik kurtçuklardan niye korkuyoruz öyleyse? Bir gün bir kirazı ısırınca ağzımıza gelmişti de ondan, öyle mi? Sen kurtçuklardan korkmuyor, sadece iğreniyorsun öyle mi? Peki ama o zaman, iğrenmen neden? Kurtçuktan hiç korkmayan, iğrenmeyenlerin var oluşu neden? Bu konuda bir daha düşünelim mi?
Bazı hatta birçok insanda fobiler olması neden?
Neden korkuyu (iğrenmeyi) bizzat biz değil de atalarımız edinmiş de, bize aktarmış olmasın?

Sevgili arkadaşım Naz, sadede (yüzmeye) geleceğim gelmesine de laf geveleme uzmanı olduğumdan, hala çevresinde dolanıyorum. Zaten malum, seni bahane ettim “…gelinim sen anla” demeye çalışıyorum. Mademki maksadı açık ettim, buyurun, şimdi korku konusuna attığımız çapayı çekiyor, hep beraber bir sonraki yazıya taşınıyoruz. (peşimizden ayrılanı, börtü böcek ham yapsın)

        3-Beyin yüzmekten korkar

Sevgili arkadaşım Naz, hani bana yüzmekten korkuyorum, demiştin. Bildiğim kadarıyla, daha önceden bir boğulma deneyimi ile öğrenilmiş bir korku değil senin ki. Çünkü denize uzak bir ilde büyümüş, ömründe ilk kez yüzmeye gitmişsin. Denize de gitmemişsin de öğreneyim diye önce bir spor kulübüne gitmişsin. Bir havuzda, iki yanında iki yüzme hocası varken, suya girmekten çok korkmuşsun. Seni kırk yıldır bilirim, tanıklık da ederim; ödlek ördek değil, akıllı, eğitimli, sağduyu sahibisindir ama bütün bu özelliklerin bu konuda hiç işine yaramamış. Bilmem hatırladın mı, bana bu olayı anlatırken demiştin ki: “ ölmekten falan değildi korkum. Biliyorum anlamsızdı. Zaten yanımdaki profesyonellerin boğulmama izin vermeyeceklerini biliyordum. Gel gör ki fikri bile ürküttü. Havuzun kenarına geldiğimizde her yerim kasılıp kaldı, ne yaptımsa gevşeyemedim. O gün bugün hala aynı durumdayım. Yüzmekten korkuyorum”

Ne demiş oluyorsun, benim can arkadaşım: “Aklım duygularımı yönetemiyor. Korku duygumun baskınlığı, aklımın yol göstericiliğine direniyor” Doğru anlıyorsam, demek istiyorsun ki “korkumun akılcı bir temeli yok ama bu yoğun korkuyla baş edemiyorum”

Arkadaşım, senin sorunun nedir belli, ama nedeni belli mi? Elbette belli. Bence. Anlattım ya. Antik beyin; ya da hayatta kalma dürtüsünün baskınlığı. Atalarımızın geliştirdiği hayatta kalma rehberi, “suya girmekten korkmalısın” diyor. Edinilmiş akıl, bu “antik bilgi”nin (çünkü edinilmiş olması için böyle bir deneyimin yok), yönlendirmesiyle başa çıkamıyor.

Yanlışlık nerde ya da ne olacak şimdi?
Niye başkaları rahatça yüzebiliyor?
Niye herkes arıdan ya da kediden korkmuyor?
Niye bazı korkular ortak da, bazıları daha kısıtlı sayıda kişi tarafından paylaşılıyor?

Yanıtlar için isterseniz sadece tüylerimize bakalım. Vücut kıllarımızın miktarını, hadi daha kibarca olsun, saçlarımızın rengini ve biçimini düşünelim. Her birimiz, bu açıdan yani kıl tüy açısından bile, birbirimizden ne kadar farklıyız, değil mi? Ben bu farklılığının atalarımızdan miras olduğunu yani kalıtsal olduğunu söylesem, ne dersin? Sonra, saçların erken beyazlamasının ya da dökülmesinin edinsel olduğunu; gebeyken annenizin yediği yemeklerden, bebeyken sarmalandığınız kundağın yıkandığı deterjandan falan olduğunu eklesem ne dersin. Sadece kafa karıştırmış olurum, di mi? Kalıtsal ya da edinsel, her neden olursa olsun, tüylerimiz farklıdır. Duygularımız da. Oysa hepimiz tüylü ve duyguluyuz. Çünkü yaşam için ikisi de elzem.

Şimdi tam sırası, öğrenilesi bir kural:
Yaşamsal olan hiçbir şey edinsel değildir, kalıtsaldır. Yaşam süresince tecrübe ile edinilen şeyler yaşamın kalitesini belirlemek içindir, varlığını değil.
Şimdi bir de iyi haber geliyor: Değiştirilebilir.
İstersek kıvırcık saçlarımızı maşayla düzleştirebiliyoruz ya, korkularımızı da yok edebiliriz.

Eğer istersek, “öğrenmeden bildiğimiz” her şeyi tersine çevirebilir, “öğrenerek” tersini bilir hale gelebiliriz. (davranışçı psikoterapistler niye türediler sanıyordun) Başlangıçta çok ya da az korkuyor olmamamız sonucu değiştirmez.
En şiddetli fobilerimizle baş edebiliriz.
Korkularımızı yenebiliriz.
Boğulma korkusunu da aşabiliriz.
Çok iyi bir yüzücü olmayı öğrenebiliriz.
Öğrenmenin tek ve biricik yolu zordur ama basittir: Tekrar. Yani egzersiz. Yani antreman. Yani yapa yapa öğreniriz. Ama…

Adı Naz olmayan ve kendi yüzme bilenler, bir sonraki bölümü okumasınlar. Çünkü o yazı arkadaşım Naz için özel yazıldı. Meraklısına, merak uyandırmak için özellikle duyurulur.

        4-Beyin nazlanır

Sevgili arkadaşım Naz, beyne ait kaba saba özetlediğim bu bilgiler eşliğinde, sana antreman yaptıracağım. Sen suya girmeye bile korkarken nasıl yüzme antremanı yapacağını sorarsan, söyleyeyim; benim antreman dediğim, beyin antremanı. En başından beri her söylediğimi bolca yinelemelerimin nedeni de belli; öğrenmenin en temel ilkesi. İşte başlıyoruz:

-Sudan niye korkuyoruz?
-Boğulacağımız için. Doğru boğulabiliriz. Bir kaşık suda bile boğulunur ama aslında biz sudan korkmayız ki, her gün gürül gürül su içiyoruz. Öyleyse denizden havuzdan niye korkuyoruz, boğazımızdan girebilecek su yüzünden. Cildimizden içeri girecek olan sudan değil herhalde. Madem ki su, ancak soluk borumuza kaçarsa ölüyoruz ve madem ki suyu içerken yani yemek borumuzdan içeri gönderirken, yanı başındaki soluk borumuzu otomatikman kapatıp ciğerlerimize göndermemeyi biliyoruz yani suyu içebiliyoruz, öyleyse havuzda veya denizdeyken de, yani suyun içindeyken de bunu yapabiliriz. Bunu öğrenmeye bile gerek yok. Eğer, ağzımıza burnumuza su dolarsa, içeriz, gider. (hatta içmeyiz püskürtürüz hatta ağzımıza burnumuza doldurtmayız ya şimdi sırası değil, en kötüsünden gidiyoruz) Giren suyun boğazımızdan aşağı doğru, hangi borudan ineceğini ayarlayabiliriz. Bunu yapabileceğimizi bilelim yeter. Zaten hep yapabildiğimizi bilelim yeter.

-Bildik ama yetmedi mi?
İşin içine korku girdiği için yetmez. Akıl, duyguları kolayca yönetemez. Duygular daha temeldir üste çıkarlar ama akıl baskındır, sonunda ne yapar eder duyguyu söndürür.

-Nasıl mı?
-Tekrarlayarak. Öğrenmenin biricik koşulu tekrardır. Boğulmayacağımızdan, yani suyu soluk borumuza yollamayacağımızdan emin olana kadar, suda antreman yapacağız. Ancak bunu becerene kadar da kafamızı suyun dışında tutarak, (ördek gibi baş suyun dışında) yüzebiliriz.
Yüzmenin ayrıntılarına tekrar döneceğim ama şimdi kabaca üstünden geçelim. Diyelim ki yüzme denemelerine başladık. Kıyıda ve ayaktayken suyla flörtümüz tamam, rahatladık. Sonra kafamızı su seviyesinin üstünde tutarak, bedenimizi suyun okşamalarına da bıraktık, bundan da haz aldık. Yani becerdik, sığ sulardayken yüzdük diyelim, peki derindeyken ne olacak? Zaten biz asıl, derinlere gitmekten, suya batmaktan korkuyoruz.

-Derinlerde suyun dibine batmayacak mıyız? Batınca su yutmayacak mıyız?
-Doğru, batarız.. Şimdi ben soruyorum; tonlarca ağırlıktaki gemiler neden batmıyor ama ufacık bir taş batıyor. Aradaki fark nasıl bir şey ki, ben batıyorum öbür insan batmıyor.
-Cevabı ilkokuldan beri biliyoruz; su, “ne kadar taşırırsa” “o kadar kaldırır”. Yani bir cismin taşırdığı su hacmi ile suyun onu taşıma gücü birbiriyle bağlantılıdır. Gemi ve taş örneğinde olduğu gibi, kaldırma gücü kütlenin ağırlığı ile doğru orantılı değildir. Şöyle açıklamaya çalışayım; aynı büyüklükte ve aynı ağırlıkta, yani tam eşit iki adet kâğıt alsak, birini iyice buruşturup topak yapsak da diğeri dümdüz kalsa ve bu iki kâğıdı aynı anda elimizden bıraksak, hangisi yere daha önce düşer? Bu deneyin, yüzmeyle alakası, tostoparlak ya da dümdüz olmakta.

-Ne demiştin Naz, “suyun kenarında kaskatı kesiliyorum, gevşeyemiyorum” Hatırladın mı?
-Evet, su korkusu bizi dertop yapar. Çok korkunca hepimiz “Fetüs” yani rahim içi pozisyonuna döneriz; beden yüzeyimiz iyice daralır, küçülüveririz. Bu konudaki güçlü içgüdülerimiz, çooook deneyerek, asırlardır sınanarak oluşmuştur: Tehlike geçene kadar gözden kaybol (;küçülebildiğin kadar küçülerek, saklan). Korkunca oluşan sinme pozisyonunun evrenselliğini düşün, ne demek istediğimi anlayacaksın.
-Şimdi seninle başka bir deneme yapalım: Sırt üstü yat. Kollarını bacaklarını da sere serpe uzat. Gevşe iyice ve yatakta işgal ettiğin yüzeyi genişlet gönlünce. Sonra tersini yap, toplan daha da toplan derdest ol, küçül, olabildiğince küçük bir hacme dönüş. Düşün şimdi: Su içindeyken, bu iki çok farklı pozisyondan hangisinde olsan batarsın, hangisinde ise suyun yüzeyinde kalırsın?
-Elbette ya: En sevdiğin dostunmuş gibi yaklaşırsan, su altında saten çarşaf olur da üzerinde keyfe serilirsin, yok suyu düşman sanır, kasılıp dertop olursan da dibine batar, boğulursun. Durum tıpkı köpekten korkmak gibidir. Köpek seni ısırabilir, etlerini lime lime koparabilir ya da yanı başında munis gözlerle bakıp, sana yumoş tüylerini hazla okşatabilir. Hepsi senin adrenalinine bağlı, onunkine değil. (İstisnalar hep var, örneğin kudurmuş köpek kural harici elbette) Düşünsene denizin adrenalini yani seni seçme durumu falan da yok. Her şey sadece sana bağlı ona değil. Yoksa bebeler dahil onca insan nasıl yüzebilirdi ki. (Dalgalar ayrı konu, onu da istisnalar konusuna katıp ayrıca konuşuruz)

-Demek ki neymiş: her şey beyinde başlar beyin de bitermiş (suyun konuyla ilgisi yokmuş) Antik beyin, korkar yani ölmek istemezmiş ama yeni beyin, ona yaşamanın yeni yollarını (isterse) öğretebilirmiş. Bunun için sadece biraz egzersiz gerekirmiş.
Yüzmek denilen şey aslında, kulaç atma tekniği falan değildir. Sadece boğulma korkusunun üstesinden gelmektir. Konuya bu kez tam göbeğinden girmek, dağınık biçimde öğrendiklerimizi, aşama aşama yüzme konusuna uyarlamak istiyorum:

1-Suya giren beden gevşemeli ve en geniş alanı kapsayacak şekilde suyun üstüne yayılmalıdır çünkü suyun kaldırma kuvveti buna bağlıdır.
Bunu ilk kez denediğimizde, kuralı biliyor olsak bile yine de hemen dertop oluruz. Olsun, duygularımız güçlü ve direngendir ama değişmez de değiller. Bu nedenle ilk denemelerin ayakların yere basabileceği derinlikteki bir yerde yapılması iyi olur.

2-Suyun üstüne sırtüstü yatma denemeleri ile beden suyun üstünde/içinde olmaya alıştırılmalıdır. Bu alıştırma, istenirse şişen kolluklar ile istenirse makarna benzeri yüzen bir şeye tutunarak, istenirse belin altından hafifçe tutacak güvenebilir bir arkadaş yardımıyla yapılabilir. İskeleye ya da havuz kenarına tutunarak kendi başına da yapılabilir. Ne var ki bilinen her şeye rağmen, ilk denemelerde yine refleks olarak top gibi katlanıp suya batılır. Otomatikman ağız açılıp su yutulur. İlk seferde bunlar olur. Olsun. Bu durum bizde aynı duyguyu uyandırsa da, aslında bu bir boğulma değildir. (Suyu ciğerimize göndermemeyi doğuştan biliyoruz, öğrenmemiz gerekmiyor demiştim ya, gördünüz mü yuttuğumuz su ciğerimize değil, midemize gider. Bana inanmasan bile korkma. Aksi olsaydı, askerlere yüzme öğretmekle uğraşmamak için, açık denize götürüp hepsini birden suya atmazlardı) Zaten ilk seferinde su yutulsa bile, sonraki denemelerde ağzı kapalı tutmak öğrenilir. Denedikçe top gibi katlanmamak da becerilir. Elimize ilk kez kalemi alıp, iki satır arasına bir düz çizgi çizmemiz istendiğinde nasıl bir şey çizdiğimizi hatırlıyor muyuz? İlk seferde bir A harfi bile yazamadık diye şimdi yazı yazmayı beceremiyor muyuz? Kalemi ilk seferinde fırlatıp atmış mıydık? Ha gayret teslim olmak yok. Yeniden deniyoruz. Denedikçe başarıyoruz. Derindeki beyin, sudan ölümüne korkan antik beyin, suya girince, boğularak ölmeyeceğini de deneye deneye öğreniyor...

3-Su yuta yuta yutmamayı da öğreneceksin.
Sırtüstü suyun üstüne yattın ya, bunu yapabileceğini artık biliyorsun. Ancak kıpırdamaya korkuyorsun. Sen kıpırtısız (hala korkak) yatarken ya başkaları sana çarpar da zaten zar zor kurduğun dengeyi bozarsa, ya da dalga çıkıp sular yüzüne çarpar, ağzına dolarsa? Gerçekleşmesine bile gerek yok, suda yeniyken, bu düşüncelerden biri bile akla geldiğinde, hemencecik panik yapılır. Bu çok olağan bir aşamadır. Sonuç yine batma, yine su yutmadır. Havuzdaysak klor, denizdeysek tuzlu suyla genzi yakmadır. Gözlerin yanması da cabası. Tühh yahu, gene beceremedik mi dedin? Yanılıyorsun bir aşama daha ilerledik. Bu aşamada neler oldu? Yeni beyne yani akla, eski beyin hayati olan bilgiyi hatırlattı: Dikkat su boğar. (ölüm riski var) Bunu duyan eski beyin, zaten bildiğini hemen devreye soktu yani otomatiğe bağladı: Panik: Tehlikeden kaç kurtul.
Sonuç olarak suyun üzerinde güzel güzel yatarken, aklına dengenin bozulma olasılığı gelir gelmez, bu olasılığı düşünmeye bile fırsat kalmadan, yani refleks hızıyla su yatağından doğrulmaya kalkıp, kalkmaya çalışırken de doğal olarak tostoparlak olup, suya battın.
Peki, gene battığına göre bu aşamada neyi nasıl öğrenmiş olabilirsin? Çok iyi öğrendin çünkü boğulmadığını gördün. Bunu aklınla zaten biliyordun ama antik beyninin de öğrenmesi için bu deneyim şarttı. Çünkü, yüzeceksen, yeni beyninle düşünerek değil, eski beyninle otomatik olarak.yüzeceksin. Yani eski beyin, deneye deneye anlayacak ki, tenindeki suyun teması ölümü değil hazzı getiriyor. Böylece en sonunda olacak olan şu: suyun bedene temasını hissedince, beynin panik yerine zevk üretecek. O bunu yapana kadar sen tekrar edeceksin. Pis suyu yuta yuta, yutmamayı öğreneceksin. Çocuklar hiç hocasız nasıl yüzme öğreniyor? Öle öle mi, su yuta yuta mı? Bu aşama da sonunda bitecek, ama yaşanmadan atlanamıyor yani aslında hiç panik gerekmiyor, bolca denemek gerekiyor

4-Bir yere tutunup, bacaklarını hareket ettirmeyi öğrenmelisin.
Bir önceki aşama, suya alışma tamamlandığında suda batmazsın, çünkü boğulmayacağını antik beyin de öğrenmiştir. Bu aşama suyun üzerinde keyifle yatma aşamasıdır ama kulaç atmayı bilmiyorsun diye ben hala yüzemiyorum ki, diyebilirsin. Yüzersin. Kulaç atmak şart değil ki. Hatta bu aşamada hiç kulaç atma. Çünkü kulaç sırasında kolların sadece öne değil yana doğdu da döneceğinden, dengen bozulup batabilirsin ki bu da umudunu kırabilir. Aslında denge lafı da çok doğru değil ya neyse, lafı uzatmadan söylemeliyim ki suda ilerlemenin en iyi aracı ayaklardır, kollar değil. Bacaklarını, dizlerini bükmeden kalçadan itibaren dümdüz hareket ettirmeyi öğren: Havuzun kenarına ya da iskeleye ellerinle sıkıca tutun. Sonra kalçadan itibaren ayaklarını beraberce sallamaya başla. Beraberce de, ardı sıra da sallayabilirsin, nasıl istersen. En iyisi hem beraberce hem de ardışık sallamak için yeterince antreman yapmaktır. Dizini kırpmadan, suyu sıçratmadan, bacaklarını suyun yüzeyine çıkartmadan, ya da diklemesine derine doğru uzatmadan, bedeninle aynı yatay düzlemde, bacaklarını salla dur. Yapa yapa bacak sallamaya alıştın mı, alıştın. Şimdi tutunduğun ellerini biraz gevşet ki suya güvenin tazelensin. Bacak hareketlerine devam et. Sonra tek eli bırakarak devam, sonra sadece parmak ucuyla tutun, bacaklarını aynı şekilde sallamayı sürdür. Daha sonra da, artık oldu diye hissedince, tutunmayı tümden bırak, kendini suyun üzerine sere serpe bırakırken bacakları sallamaya devam. İşte artık yüzücüsün. Kollarını hiç kullanmasan, gövdenin yanına yapıştırsan bile, artık suyun içinde ilerleyebilirsin. Dene bak. İster alıştığın gibi sırt üstü yat salla bacaklarını, istersen de yüz üstü. Hiç kulaçsız sadece bacak çırpıntılarınla ilerleyebildiğini göreceksin. Öyle şapur şupur kollarını çırpmana hiç gerek yok. Yaramaz oğlan çocukları gibi yüzmek zorunda değilsin. Bak, sakin sakin, hiç yorulmadan, su bile sıçratmadan ilerliyorsun. Harika.

5-Yüzerken nefesini kontrol etmeyi de öğreneceksin.
Yüzmeyi öğrendin, ne kadar da basitmiş diye rahatladın. Şimdi de nefesini kontrol etmeyi öğrenmelisin. Çünkü bu aşamadayken, istemeden nefesini içinde tutuyor olacağını biliyorum. Soluğun tükenince, fark etmeden ama mecburen ağzını açacağını ve hava alayım derken suyu da alıvereceğini, böyle bir deneyimin de gerekli olduğunu sanıyorum. Bu sorun da denemeyle, tekrarlarla çözülecek. Yüzmeyi denedikçe yani rahatladıkça, nefesini tutmayacak, normal aralıklarla hava almaya alışacaksın. Hem yüzüp hem de hava almak için başını yana çevirip kolunun omzunla arasındaki boşluktan solumak gibi, öğrenilmesi gereken birkaç küçük numarayı da zamanla öğreneceksin.

6-Kulaçlarını kullanmayı öğrenip teknik geliştirmelisin.
Suyla fingirdeştikçe edineceğin güzel kulaç atma teknikleri sayesinde, senden çok önce yüzme öğrenmiş arkadaşlarınla bile yarışacağına eminim.

7-Kulaç atmayı da öğrendikten sonra bensiz öğreneceğin çok şey var. Kelebekleme var, kurbağalama var, takla var, dibe dalıp kabuk çıkarma var, amuda kalkıp suyun yüzeyinde bacak gösterme şovu var. Zaten ben bilmediğimden, bunları sana öğretemem ama sen bütün bunları ve çok daha başkalarını, suyla oynaşında zamanla kendin kendine bile öğreneceksin. İlk aşamaları geçtikten sonra sudan çok haz alacağını biliyorum. Çünkü su içinde olmak böyledir, haz verir. Sudan söz ederken niye böyle erotik sözcükler kullanıyorum sanıyorsun. Artık ne yaparsan yap, denedikçe hep daha iyi becereceksin. Eminim çünkü suyun değil korkunun düşman olduğunu biliyorsun.

8-Suyla yani yüzmeyle tanıştığına hiçbir zaman pişman olmayacak, hatta misyoner olup başkalarına da çöpçatanlık yapacaksın.

Keyfin artsın.
İstemesini bilirsen, korkuyu bilen o yaşlı beynin keyif otomatını da çalıştırır senin için.
Yeter ki yeni beynin, bilinçli aklın, ısrar etsin.
Yeter ki sen, aklının gereksiz takıntılarında ısrar ettiğini de bilesin.
Antik beyin nazlıdır Naz, biraz çekmelisin ama çok naz aşık usandırır, bilmeli, bildirmelisin.

        5-Beyin, neyi tekrarlarsan onu bilir

Sonunda ifşa ettim işte; artık beynin en önemli sırrını biliyorsun:
“Neyi tekrarlarsa, onu öğrenir”

Edinilen her bilgi tekrardan ibarettir. Beyin bilgiye doymaz. Her şeyi öğrenir. Yeter ki tekrarlansın. Aslında birinci yazının en başında yazmıştım, bu noktaya dikkat demiştim, yeni yani kıvrımlı beyin çok büyüktür, demiştim. Bu yüzdendi: Gerçi eski beynimiz, hayatidir; yaşamsal önemdeki en temel yetilerimizi oluşturandır ama yeni beynimiz tartışmasız olarak onun üstündedir.
Yeni beynin varlığı, eskisini denetlesin diyedir. O nedenle aklımız, duygularımızı yönetebilir. Tersi oluyorsa, güçlü ama gereksiz duyguları denetlemeyi beceremedikse, kuralı hatırlatırım; antreman eksiktir. Tekrar etmeliyiz. Neyi istiyorsak onu, tekrarlayarak pekiştirmeliyiz.

Demek ki neymiş: Öğrendiklerimiz de ve öğrenmeden zaten bildiklerimiz de yenileriyle değiştirilebiliyormuş; sadece tekrarlayarak. Neyin tekrarlanacağı bize kalmış:
Evet sevgili Naz; istersen eve tıkılır kalırsın, istersen çıkar yüzmeye gidersin. Dünyanın derdi bitmez ama sen ister gözyaşı dökmeyi ister kahkaha atmayı seçersin. Hangisini hep yaparsan beyin onu öğrenir. Kim demiş, huy değişmez, diye. Her şey, istisnasız her şey, öğrenilebilir. Üzülmek de sevinmek de öğrenilebilir. İyi olan da, kötü olan da öğrenilir. Yeni beyin, eski beyni yeniden kodlayabilir. Şimdi. Öyleyse, korkmak da korkmamak da öğrenilebilir; şimdi.
İşte hepsi bu kadar basittir. Gücün (beynin: öğrenmenin) anahtarı, tekrardır, pekiştirmektir.
İşte böyle sevgili arkadaşım Naz. Beynin en önemli sırrını sana deşifre ettim. Gördün işte, zordur ama çok basittir, hem de çok basit: Beyni bilince yaşamı bizzat yönetmek mümkündür:

Yüzme öğrenmek mümkündür.
Panik ataklardan kurtulmak mümkündür.
Bütün fobilerden kurtulmak mümkündür.
Yıkıcı kayıplarla baş etmek mümkündür.
Depresyona girmemek, girince çıkmak mümkündür.
Kader kısmet deyip, faturayı bilinmeze yüklemek yerine, ipleri ele geçirmek mümkündür. Yaşamın başlangıcı ve bitişi elimizde değildir ama bizi asıl etkileyen, yaşamın ayrıntılarını belirlemek mümkündür.

Bu upuzun ve “arkası yarın”a dönüşmüş yazının, laf kalabalığında kaybolmuş ana fikrini son söz olarak belirtmek isterim: Yaşamın kalitesini artırmak için beyni bir enstrüman gibi kullanabilmek gerekir. Bu enstrümanı çalmanın kuralı bir müzik enstrümanı çalmakla aynıdır: Aletin temel prensiplerini öğrendikten sonra (bu yazının amacı buydu) notaları önünüze koymak ve bıkmadan tekrarlamak. Yani çok çalışmak. Sadece notalara bakarsan, her şey çok basittir ama “iyi müzik” biraz karmaşıktır. Beynin işleyişi çok basittir ama “iyi yaşam” için savaşım yoğun olmalıdır. İşin ucundan tutmakla olmaz, çok sıkı çalışmak gerekir.

İsteyen yaşamını güzel bir müzik gibi yaşar. İstemeyen de (bu yazıyı okuduktan sonra beceremiyorum bahanesine de sarılamaz) yaşama biçimini değiştirmek için hiçbir şey yapmaz. Yapmayan da kakafoni dinlemekten yakınamaz.

Ürettiğim kakafoni affola; bir yandan ükela genlerime, öte yandan iyi niyet genlerime yorula... Çabalıyorum, tekrarlıyorum ya, günün birinde benim de doğru düzgün yazmayı (hem de kısa) öğrenebileceğim umula…

26 Haziran 2011

GERİ