GERİ

Babamın ekmeğini yemezdim

Hem maddi hem de mecazi anlamda babamın ekmeğini çok yedim. Ancak bir önceki yazıda anlattığım Mehmet Bey’in unuttuğu ekmeğin hikâyesi benim unuttuğum babamın ekmek hikâyesini hatırlattı da şimdi de onu anlatmak istiyorum.

Babam aşçı değildi ama yemek yapma konusunda beceriksiz de değildi. Asıl becerisi ise yemek yemekti. Sofra keyfini sever, lezzetli şeylerden hoşlanır ama sağlıksız şeyler yemezdi. Bizim uzun yıllar boyunca ekmek diye bildiğimiz tek çeşitten yani francala somunundan ise hiç hoşlanmazdı.

Çokça tekrarlandığı için çocukluğumun iz bırakmış bir sofra görüntüsüdür: Babam ekmek dilimin içini çıkarıp avcunda sıkar, sonra avucunu açıp “Hamur bu hamur” diyerek yapışıp top gibi oluşunu bize gösterdikten sonra tabağından uzağa fırlatırdı. Zaten pek ekmek yemez, yediğinde de doygun ekmek olsun isterdi ki o zamanlar doygun ekmeğin adı köy ekmeğiydi.

O sıralar fırınların çoğunda sadece tek tip ekmek pişerdi, o da içi pofuduk ama babama kalsa düpedüz hamur olan somunlar. Babam bazı fırınların yaptığı ama her zaman bulunmayan tava ekmeklerini arar bulurdu. Tava ekmeği birbirine boylu boyunca yapışık iki dikdörtgen topak şeklindeydi ve fiyatı gibi tadı da somundan bayağı farklıydı. Tava ekmeği babama göre bir nebze daha iyiydi de onun asıl hedefi köy ekmeğiydi ki zar zor da olsa onu da bulur alırdı. Günlerce beklese de francala gibi hemen bayatlamayan ve küflenmeyen o ekmekleri bazen de kızartırdı. Hadi kızartılmış hâli neyse ne de, bizim evde babamdan başka kimse o uyduruk(!) üstelik de koyu renkli ekmekleri sevmezdi. Biz tazecik çıkacağı saatte mahalle fırınına gidip içi bembeyaz dışı el yaktığı için gazete kağıdına sardığımız somunları alıp eve getirirken daha yolda tepesinden koparıp yağmalamayı severdik. Babamın avcunda sıkıp sıkıp hamur gibi yapıp göstermesine yani bizi onun bayat(!) ekmeğini yemeğe teşvik etmesine ise içten içe bilenirdik. Beyaz unun matah bir şey olmadığını üstelik zararlı yöntemlerle beyazlatıldığını, gazete mürekkebinin sıcak etkisiyle buharlaşan bir zehir olduğunu falan da bilmezdik. Ekmek meselesi hakkında kafa yormam ve babamın haklı olduğunu anlamam çok sonradır.

Ekmek bizim kutsalımızdır. Yerde minicik bir parçasını bile görsek hemen kaldırmamız hattâ öpüp başımıza koymamız sonra da yüksekçe bir yere bırakmamız öğütlenerek büyüdük. Üstünde ekmek kırıntısı olan masa örtüsü bile silkelenmezdi, ekmek kırıkları yere düşeceği için. Babam gibi mıncıklayıp fırlatmak hem ayıp hem de günahtı. “Ekmekle oyun olmaz” diye atasözü olan, “ekmek parası” diye deyimi olan bir milletiz biz…

Anlattığım altmışlı bilemedin yetmişli yıllar. Her gün her ailenin her gün en az üç beş ekmek satın aldığı zamanlar. Sonra çeşit çeşit ekmek çıktı. Fırınların sabahın köründe açık kasayla bakkalın kapısına toz toprağın içine bırakıverdiği somunlar yerini marketlerdeki şeffaf paket içindeki dilimlere terk etti. Dilimlenmiş olarak satılan ekmek de bizi hayretlere gark etti.

Zamanla paket ekmekler de fırın camındaki ekmekler de hem çeşitlendi hem de renklendi. Koyu renkli ekmek daha kaliteli diye bilindikçe de havuç ya da düpedüz boya katılmışları vitrinlere dizildi falan derken, sıcak somunu yağmalamak paketlerde beklemiş dilimlerle yetinmeye dönüştü. Sonrasında da devran döndü geldi hiç ekmeksiz diyetlere dayandı.

Bu arada tarih doksanlara vurmuştu. O arada ben de hekim olmuştum. Nörolog da olmuştum. Ancak beslenme konusuyla ilgim yoktu. Kilosu fazla olduğu için pek çok sağlık sorunu olan bir hastama zayıflaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. “İstiyorum ama zayıflayamıyorum ki” dedi. “Dahiliye bölümüne git, sana yardım ederler” dedim. “Gittim zaten, ekmeği hepten kes dedi dahiliyeci, ben de bir daha gitmedim, ekmek yemeden yaşanır mı?” dedi.

Ekmek yemeden yaşanır mı?

Bu soru beni benden aldı. Ben kendimi bildim bileli sabah kahvaltımı mutlaka ekmekle yapıyor, dışarı çıktığımda bu sokakta almasam öbür sokakta mutlaka simit alıyor, sulu bütün yemeklere ekmek bandırıyor, gece geç vakitte acıkırsam francalanın tepesini kesip içine ne bulursam doldurup yatakta kitap okurken onu gümletiyor, ne zaman acıksam önce ekmeğe saldırıyor, gene de 40-45 kilo civarında dolaşıyordum. Azalt dese neyse de dahiliyecinin ekmeği tümden yasaklamasına hiç aklım ermemişti. Hastam haklıydı, ekmeksiz yaşanır mı?

Hemen hemen hiçbir göreneğin baskısı ile yetiştirilmediğim için “tabağında yemeden bıraktığın pirinç tanesi kadar çocuğun olur” diye küçük kızların terbiye edildiğini yani korkutulduğunu da hiç bilmiyordum. Bu lâfı ilk duyduğumda ömrüm yarım asrı çoktan aşmıştı. Çin kökenli olduğunu sandığım bu pirinçli korkutma beynimin bir köşesinde iz bıraktı ama. “Yere düşen tek bir pirinç tanesi için niye eğiliyorsun ki?” diyene, o pirinç tanesinin soframıza erişene kadar nice emeğe mal olduğunu tanımlayan Çin bilgesinin bıraktığı derin iz gibi.

“Yere düşen ekmeği öpüp başının üstüne koy, sonra yüksekçe bir yere bırak. Neden diye sorma çünkü ekmek kutsaldır”.

Peki sormayayım desem de aklım lâf dinlemiyor; ekmek niye kutsaldır? Aslı astarı buğday olduğuna göre kutsal olan buğday mıdır yoksa ekmeğin aç doyuran olmasından mı? Dünyanın en kalabalık halkı olan Çinliler için de tek bir pirinç tanesi bile kutsal olduğuna göre…

Kutsaldı değildi tartışmasını bir kenara bırakıp buğday ile pirince çift kale maç yaptırasım var da bu maçın sonu zaten belli. Buğday pirinci ezip geçiyor ve yarı finale kalıyor. Eee, final maçını kim kazanıyor derseniz, hiçbir kutsallık payesi olmayan patates kazanıyor. Ne alâka değil mi?

Alâkanın açıklamasını "Patates müzesi" başlıklı yazımda anlatmıştım. Aman diyeyim hatır için de olsa o yazıma da bir göz atıverin. Dünya halklarının temel besin kaynağı olan “buğday, pirinç ve patates” üçlemesine tepeden bir bakış atmak için…

Meslekte ve hayatta kıdem kazandıkça ben de beslenme konusunda az biraz bilgi sahibi olmuştum ki ikinci binin taze yıllarında iyice meraklanıp epeyce bilgilendim. Bütün öğrendiklerime dayanarak söyleyebilirim ki buğday ve pirinç olmadan 8 milyar boğazı doyurmak mümkün görünmediğinden kutsamaya devam etmek mecburi. Ancak siz katığı bol bir bireyseniz, ekmeksiz (buğdaysız) yaşamak da pekâlâ mümkün.

Dini ve de ticari kutsalları aşıp gerçekten bağımsız bir birey olabilirsek elbette. O müphem zamana kadar neyi nasıl yememizi istiyorlarsa öyle besleneceğimiz de kesin.

Etin marifetlerini de sonra konuşmak üzere, makarnası pilavı az eti bol ziyafet sofraları dileğiyle…


12 Temmuz 2025

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ

 

 

  Son olarak 12.07.2025 tarihinde düzenlenmiştir.