![]() İnsan ne zaman “tamam ben oldum artık” der? Zengin ya da meşhur olduğunda oldum demek olmaz tamam da bilgili ve deneyimli olunca olur mu? Yoksa eskilerin baş tacı ettiği gibi hoşgörülü ve fedakâr olmak mıdır gerçek anlamda olmak? Peki başka nasıl olunur? Geçenlerde önüme düştü, çoktan klasikleşen “Avrupa Yakası” dizisinden minik bir parodi izledim. Evin asortik annesi uyduruk bir yemek yapıyor. Sofrada da ev ahalisine tek tek beğenip beğenmediklerini soruyor. Herkes ne kadar çok beğendiğini anlatıyor. En son damada sıra geliyor. Ev hanımının “Bak alınmam, gerçek fikrini söyle” oltasını yutan damat da dökülüyor “pek lezzetsiz olmuş bu yemek” diyerek. “Aaa, öyle miii?” sorusuyla da ayılmayan şapşirik “zaten geçen seferki de pek uyduruktu” diyerekten devam ediyor. Yemek yapma konusunda üstün becerisi olduğunu düşünen kadın deliriyor. Ama ne delirme. Aslen harika bir şarkıcı olan Hümeyra oyunculuğunu bir döktürüyor pir döktürüyor. Metni yazan Gülse Birsel’e ayrı, o lâflara hayat veren Hümeyra’ya ayrı hayran oldum, yeniden. İkisini de canı gönülden alkışlıyorum. Olmak ya da olmamak üstüne düşünürken tam da üstüne denk geldi bu parodi. Hoşgörü nedir? Eleştiri nedir? Yapıcı veya yıkıcı eleştiri nedir? Eleştiriden kim hoşlanır? En önemlisi de eleştirilince kim ve niye delirir? Peki ya fedakârlık? Kimse üstüne alınmasın diye kendimden örnek vereyim. Tanıdığım genç ve çocuklu bir ailenin ekonomik durumu pek iyi değildi. Ben de aybaşını zor getiren bir memur olduğum halde elimi üstlerinden eksik etmez olmuştum. Gücendirmek istemediğim için de doğrudan değil dolaylı yardım ediyordum. Eksikliğini fark ettiğim şeyi doğum gününde hediye etmek gibi. Sonra bir gün konuyla ilgisiz biri tarafından pahalı hediyeler alışım onların yanında konu edildi. Ben bu mevzuyu değiştirmeye çalışırken ailenin hanımı lâfa atladı: Aaa, Nevin abla öyledir, o herkese çok hediye alır. O da öyle tatmin ediyor kendisini” deyiverdi. Ben bir bozuldum ki demeyin gitsin. Hümeyra gibi çığlıklar eşliğinde orta yere fırlamadımsa da “Vay canına! Ben senin eksiğini gediğini tamamlamak için kendi boğazımdan keseyim, sen de kendi tatmini için yapıyor de, öyle mi? Seni kadir kıymet bilmez. Görürsün bak bundan sonra zırnık koklatıyor muyum?” Dedim de dedim, tabii içimden. Gerçekten de o andan sonra kestim hediye işini. Alan pozisyonunda olmayı gururuna yediremeyen, ulu orta bunun konuşulmasından rahatsız olan kadıncağızın durumu kamufle etme gayreti olarak değerlendirmeyi düşünemedim bile o lâfı. Olmuş biri miyim ben şimdi? Hadi benim hamlığımı geçelim de, yardım etmenin bunca baş tacı edilmesinin nedeni nedir hiç düşündük mü? Veren el alan eli görmeyecek desek de, vererek aslında kendimizi tatmin etmiyor muyuz? Kadının lâfı haklı değil mi yani? Dindarsak sevap için yani öte tarafta karşılığını alacağımız için vermiyor muyuz? Bu dünyanın geçici nimetleri yerine öte taraftan kalıcı karşılık beklentisi ile bencilliğin dik alâsı değil mi “sevap” denilen şey? Allah rızası için demeyin bana allaaşkına, Allah sizden “razı” olunca ne oluyor? Cennetsiz bir yanıtınız var mı bu soruya? Peki sevap için değil de benim gibi sadece “toplumsal adalet” için ve utandırmadan kılıfına uydurarak veriyorsan bencil değil misin? Kendi tatminin için değil mi vermek? “Bak şu haddini bilmeze, ben onun iyiliğini düşünürken, o herkesin içinde bana kendi tatmini için veriyor dedi” diye kızmak da neyin nesi peki? Hani kendimi değil karşı tarafı düşünüyordum? Vermek ve almak konusu bencilliğimize sadece bir örnek. Eleştiri konusu bunun çok daha ötesinde ama bencilliğin tam da göbeğinde. Kime sorsan “Ben yapıcı eleştiriyi severim, derdim yıkıcı eleştiriyle” diyor. Bu konuda ben dahil herkes yalan söylüyor. Hiç kimse hiçbir şekliyle eleştirilmeyi sevmiyor. Sevmek ne kelime eleştirilmeye dayanamıyor. Çünkü herkes kendini pek beğeniyor. Kendi yaptığını ettiğini de beğeniyor. O yüzden “eleştiri geliştirir” lâfına inanmış gibi görünse de tersini bekliyor. Herkes Hümeyra’nın oynadığı şekilde delirivermiş gibi dışa vuramasa da eleştirilince bozuluyor ve de kinleniyor. Eleştirilen eleştirene derhal belli etse de başarıyla gizlese de aslında öfkeleniyor. Öfkesini dışa vuracağına içine atan biriktiriyor, biriktiriyor, sonra en olmadık yerde en olmadık biçimde patlıyor. İnsani ilişkilerin çoğunu da bu öfke patlamaları bitiriyor. Demem o ki karşının kusuruna fatura ettiğimiz ilişki kayıplarımızın nedeni de aslında kendi bencilliğimiz. Kendimize bile itiraf etmesek de hepimiz alkış için yaşıyoruz. Yapıp ettiklerimiz beğenilsin istiyoruz. Aferini kapmaya çabalıyoruz. Bırakın değer yargılarına güvendiğimiz kişileri en beğenmediğimiz kişiler bile bizi ve yapıp ettiklerimizi beğensin istiyoruz. Becerikli olanlarımız alkış isteğini gizleyebiliyorsa da kimimizinki apaçık orta yerde… Ne düşünüyorsun diye sorduklarımızdan eksik gediğimizi öğrenip de yamamak derdinde değiliz ki biz, sadece “aferin ne de güzel yapmışsın” densin istiyoruz. Beğeni beklentimiz hayatımızın her alanında, her anında var. Çok yakışıklı ve gerçekten çok da güzel yeşil gözleri olan bir iş adamı anlatmıştı. Bir seyahatinde sınır memuru kadın evrak işlemlerini uzatınca rüşvet mi istiyor acaba diye düşünerek “Niye gecikiyor benim işim?” diye sormuş. Kadın da ona “gözleriniz o kadar güzel ki, biraz daha görebilmek için kasten işlemleri uzatıyorum” demiş. Belki gerçekten iltifat etmek istemiş, belki burnu büyüklüğünü fark edip dalga geçmiş. Nedenini bilemem elbette. Ancak adamın kılıfına uydurup bu hikâyeyi bana ve başkalarına anlatmasının nedeni nedir sizce? Güzellikte onunla yarışamasak da, başkalarınca beğenildiğimizi anlatan hikâyeleri fırsatını yaratıp paylaşmıyor muyuz biz de? Ne kadar güzelsin, ne kadar yakışıklısın, ne kadar genç ne kadar dinç görünüyorsun denmesini beklemiyor, beklentimiz karşılandığında mest olmuyor muyuz? Kimimiz sadece fiziksel görüntüsü ile alkış alma peşine düşmüşken, kimimiz de ay sen ne kadar beceriklisin, ne kadar çalışkansın, ne kadar yardım seversin, ne kadar akıllısın, ne kadar bilmem nesin denmesi için çabalamıyor mu? Yapıcı eleştiriyi severmişiz ya, yemek tuzlu olmuş denmesine bile dayanamadığımız bal gibi ortada. İster ünlü belediye başkanı olalım, ister sıradan ev kadını, altı üstü bir alkışın peşine düşmüş gidiyoruz. Peki biz kimi alkışlıyoruz deyince de işin rengi değişmiyor. Alkışladıklarımızın hepsi bir şekilde bize bir şey verenlerdir. En azından yarın öbür gün verme ihtimâli olanlar. Almıyorsak ve alamayacaksak alkış da vermeyiz. En çok da en fedakârları yani kendinden vaz geçecek kadar bize hizmet verenleri severiz. En büyük alkışımız işini doğru dürüst yapanlara değil gecesini gündüzünü bizim çıkarımız için heba edenleredir. Alkışlamamız da aman vazgeçmesin de çıkarımız devam etsin diyedir. Sevgisini de karşılıksız verenleri severiz biz. Parasını da karşılık beklemeden bizimle bölüşenleri severiz. Özetle ben pek vermeyeyim ama o bana çok versin isteriz. Birinin iyi biri olduğundan söz ederken bile “beni de çok sever” diyenlerdeniz. Niye derseniz, insanız ya, bencillik künyemize kayıtlı. Sıradan biri olarak, alırken de verirken de benciliz. Sıra dışı biri olarak, genel alıcılardansak ya da genel vericilerdensek de gene de benciliz. Onca kusurumuz olduğunu da bilir ama inkâr ederiz. Ben “Biz eleştirilmek değil alkışlanmak isteyenleriz” derken siz “Ama ben öylelerden değilim” diye düşündünüzse bir önerim var. Yaptığınız fedakârlıklar açısından dönüp hayatınıza bir bakın. Sizi ya da yapıp ettiğinizi beğenmeyen ama gerçekten yardıma ihtiyacı olanlar için mi fedakârlık yapmışsınız, yoksa sizi takdir edenlere ya da takdir etsin istediklerinize mi? Bir de çok beğendiğiniz, çok alkışladıklarınızı gözden geçirin. Size katkıları oranında mı beğeniniz yoksa size hiçbir faydaları olmadığı halde çabalarını ve üretimlerini mi alkışlamaktasınız? Birini alkışlarken hiç değilse benim akrabam, benim sülâlemden, benim dostum, benim arkadaşım, benim köylüm, benim hemşerim, benim ülkemden, benim okulumdan, benim takımımdan, benim kulübümden, benim dinimden, benim mezhebimden, benim soyumdan, benim ırkımdan vb. diyerek kendinize pay çıkarmıyor musunuz? Hadi amaaa, objektif olun biraz… Beynimiz böyledir işte, nalıncı keseri gibi hep kendine yontar… Sahi, hamlık nedir olmuşluk nedir, biri deyiverse de ben de öğrensem. “Sahip olduklarıyla kendisini oldum sananlardan biri değilim” kapsamındaki vecizesiyle gündemimi oluşturan Tunç Soyer bilir mi acaba?
NOT: Mektubun tam metni:
okumayanlar için...
Yazının Facebook Sayfasındaki
bağlantısı. |
Son olarak 17.08.2025 tarihinde düzenlenmiştir. |