GERİ

Olmak ya da sahip olmak

Bir tanıdığım kanseri nasıl yendiğini anlatıyordu. Anlattıklarından daha fazlası ilgimi çekti. İlginin ipi çekilince ortalığa neler neler saçıldı.

Bir gün fırçası saçının içinde bir şeye takılmış. Nedir bu diye eliyle yoklarken o kabartı kanayınca doktora gitmiş. Pratisyen hekim gördüğünü beğenmemiş ve bu işten anlayacak birini tanıyorum diyerek sevk etmiş. O doktor ise özel bir cins damar tümörü/ kanserine yakalandığını söylemiş. “Bu hastalık çok enderdir. Teşhisi konan dünyada 8. Vakasın” demiş ve hemen ameliyat etmiş. Hastalanmış damarın olduğu yeri ve civarını kazıyıp çıkararak gönderdiği patolog ön tanıyı doğrulamış. Böylece erken tanı ve tedavi ile hayatı kurtulmuş. Her şey pratisyen hekimin doğru öngörüsü ve doğru hekime yönlendirmesi sayesinde olmuş.

Bu hikâyenin ayrıntıları hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum. Uzmanlık alanımın dışında olduğu için saçlı deride çıkan damar kanseri de bilmem, kaçıncı vaka olduğundan da anlamam. Benim bu konuda kafamı kurcalayan tek şey kanser denilen belânın tedavisine yoğunlaşıp nedenine kafa yormuyoruz oluşumuz. Oysa nedensiz sonuç olmadığını hepimiz biliriz.

Kanser denince aklımıza hemen ölüm geldiği için “ne olduysa oldu, şimdi ölümden kurtulmaya bakmalı” şeklindeki bakış açısı yerden göğe kadar haklı elbette. Kanserde tedavi çok önemli. Ancak her kanser vakasının mutlaka bir nedeni olmalı ve o nedeni bulmak için uğraşmalı, hem de çok uğraşmalı. En azından can yakıcı günler sonlanıp tedavi yoluna girdiği zaman. Bu hikâye bana anlatıldığında olayın üzerinden yıllar geçmişti. O yüzden rahat rahat sorguladım olası kanserojenleri. Sonunda aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şey öğrendim: Baygon.

Florida malum ekvatoryal sıcaklıkta yani börtü böcek cenneti. Bu hanım da sivrisinek akınından kendini korumak için Baygon sıkarmış. Hem de eve ya da odaya değil doğrudan kendi kafasına, saçlarının diplerine. Hem de ayda yılda bir değil hep sıkarmış. Elinde Baygon tüpüyle geziyor dense olurmuş. Yok canım, o yüzden kanser olmuş olamazmış. Ancak o inatçıysa ben daha inatçıyım. “Bak geçirdin atlattın tamam ama yeniden aynı yoldan gidersen yeniden aynı adrese ulaşırsın” diye diye kafasını iyice ütüledim. Artık kendine baygon sıkmıyordur, umarım.

Baygon muhabbetinde çocukluğum geldi aklıma. Kalabalık aile olarak kocaman bir evde yaşıyorduk. Yaz akşamları kapı baca kapatıldıktan sonra bütün ev oda oda dolaşılarak baygonlanır, en son dış kapıdan içeri birkaç fıs daha sıkıldıktan sonra zorunlu bahçe faslı başlardı. Hep beraber en az yarım saat bahçede beklerdik ki evdeki sivrisinekler zehirden ölsün de gece rahat uyuyabilelim. Sonra biri ağzını burnunu giysileri ile kapatarak içeri girer ve bütün camları açardı ki baygon kokusu dışarı çıksın. Bu sefer de evin havalanmasını beklerdik. Her gece yapılması zorunlu olan bu iş yüzünden canımızdan bezerdik. Bu ilaçlama erken yapılsa yaz günü bahçeye çıkan giren bitmeyeceği için sinekler yeniden içeri doluşurdu. O yüzden geç vakit yapılır, bu sefer de biz çocukların uykusu gelmiş olduğundan mızıklanmalarımız başlardı. Ama ev iyice havalanmadan yani büyükler “tamam artık kokmuyor, girebilirsiniz” demeden içeri girip yatamazdık. Ben o günleri anımsayıp anlatınca “yok ben sıkıp yatıyorum” diye marifetini savunmayı sürdürdü kanserden kurtulan. Yahu kanser olmak bile alışkanlıklarımızı değiştiremiyorsa ne değiştirir acaba?

Başkasını yargılamak ne kadar kolay. Beynimiz hep ötekinin savcısı iken kendisinin avukatı. Biz ne yapıyorsak iyisini doğrusunu yapıyoruz, yanlış ve hata ötekilere özgü. “Ben zehir solumam, eve zehirli gaz sıksam bile iyice havalandırırım, bak o havalandırmıyormuş.” Bu biçimde düşünmek künyemize kazılmış.

Peki ya siz? Naftalin bilir misiniz? Geçenlerde kızımdan rica ettim gardırobumun içine koymak için buldu aldı. “Mothball” diyorlarmış Amerika’da. Köfteye “meatball” dedikleri için pek de sevimli geldi adı. Kokladım, aynı bizim naftalin. Gönül rahatlığıyla evin dip köşe her yerine yerleştirdim. Siz de giysileriniz güvelenmesin diye koyuyor musunuz dolaplarınıza çekmecelerinize naftalin? Halt yiyormuşuz meğerse. Naftalin de kanserojenmiş çünkü. Avrupa Birliği 2008’de yasaklamış. Amerika’nın elit eyaleti California da yasaklamış. Öte yerlerde yasağın lâfı bile geçmiyor henüz. Ninelerimiz çeyiz sandığına bile koyardı, o kadar tanıdık olunca kuşkulanmak kimin aklına gelir ki? Oysa en büyük tehlike yabandan değil yanı başındakinden gelir.

Naftalin (Napthalene) çok da kolay tutuşurmuş. O nedenle mothbalların bazıları başka bir kimyasalla hazırlanıyormuş ki onun açık adı da “1-4 dicholorobenzene” imiş. Para dicholorobenzene diye, p- dicholorobenzene diye, pDCB diye hatta sadece DCB diye yazabilirmiş etiketinde. Hepsini sıraladım ki değişik isimleriyle görüp atlamayasınız çünkü o da en az naftalin kadar kansorejenmiş. Genel tuvaletlerde pisuarların ve klozetlerin iç kenarına asılan, sifon çekince eriyip suya karışan plastik minik sepetlerin içindeki toplar var ya, onlar da DCB imiş. Peki o kristal toplar eriyince havaya karışan gazlar nereye gidermiş? Elbette bizim ciğerlerimize…

Amerika’da rakunlar ve de posumlar çöp kutularından ayrılmıyor. Bahçelere dadananları hattâ yer bulamayınca evin yanına yöresine yuva kuranları da bolca. Bir çevre bilimci kemirgen ve keseli işgalinden kurtulmak için yapılacakları anlatırken “Evinizin etrafına naftalin topları koymayın” diye uyarı yapınca ayıldım ben de. Uzman “Bahçenizi zehirlediğinizde siz de zehirlenirsiniz" diye anlatırken açıldı gözüm. Bahçede bile zararlıyken biz evimizin içine, çekmecelerimize kadar sokarak soluyoruz.

Sonra bir de yerleri gökleri sildiğimiz çamaşır suları var. Ayrıca güzel kokularımız da var. Hani şöyle ortam mis gibi koksun diye havaya sıktığımız ya da fişe taktiğimiz oda deodorantlarımız var. Yer silme sularına kattığımız hoş kokular var. Çamaşır durulamaya eklediğimiz yumuşatıcılar var. Daha da “mis” kokulu neler var.

Koku güzel olunca zararsızdır diye bir kanımız var…

Ben dahil hepimiz başkasının baygonunu görüyoruz da kendi gözümüzdeki merteği göremiyoruz. Kanser çok artmış da acaba nedenmiş? Ne derler insana “Sen kendi çekmecende ne var bir baksana!”

Son olarak “Ninem her yeri naftalinlerdi, dedem de sigara müdavimiydi ama ikisi de uzun bir ömür sürdü” diyerek kanserojenleri küçümseyenlere bir lâfım olacak. Her bir kanserojen tek başına insanı kanser etmeye yetmez, eğer anti-kanser mekanizmalarınız kanserojenlerle başa çıkacak kadar güçlüyse. Ancak, dört yanımız yok edemeyeceğimiz kansorejenlerle tıka basa dolmuşken biz de üstüne mis ya da pis fısfıslıyorsak, o fıçı da böyle taşıyor işte.

Ninelerimizin yediklerini yemiyor, içtiklerini içmiyor, soluduklarını solumuyoruz ne yazık ki. Tüketmekte olduğumuz bütün pislikler yetmiyor bir de üstüne tüy dikiyoruz. Ekran ışığıyla, priz radyasyonuyla, alıcısıyla vericiyle, deodorantı parfümüyle, şampuanı kremiyle, daha da neler nelerle. Kanser her ailenin demirbaşı oldu, bizim aklımızsa tedavi protokollerine takıldı kaldı…

Zehirler bedenimize sadece ağzımızdan girmiyor burnumuzdan da giriyor. Kanser konusunu bir de pis veya mis “kokular” üzerinden mi değerlendirsek, ne dersiniz hanımlar beyler?


24 Ağustos 2025

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ

 

 

  Son olarak 24.08.2025 tarihinde düzenlenmiştir.