GERİ

Kapının ardındakini görmek-2

Avustralyalı dahiliye uzmanı Marshall, mide ülserine stresin değil bir mikrobun neden olduğunu söylediğinde dikkâte alınmayınca bir çılgınlık yapıyor demiştim geçen yazıda. Konuya oradan devam ediyorum.

Marshall önce kendisine bir endoskopi yaptırıp midesinin sapasağlam ve mikropsuz olduğunu gösteriyor. Sonra söz ettiği bakterileri ürettiği kültürü içiyor. Üçüncü gün mide bulantısı ile hastalık belirtileri başlıyor. Kusmaya da başlayınca 8. Gün endoskopi tekrarlanıyor. Belirgin bir gastrit olduğu ve mide sıvısının mikroplu olduğu görülüyor. 14. Gün endoskopisiyle kanıtlar netleştiği için antibiyotik tedavisine başlıyor. Antibiyotikler ile iyileşince de bu mikropların gastrit yaptığı kesinleşmiş oluyor. (Gastrit, ülserin başlangıç aşamasıdır.)

Aynı senenin sonunda Avustralya’da bir komisyon kurarak bu mikrobun hangi antibiyotiklerle tedavi edilmesinin daha iyi olabileceğine ilişkin araştırmaları da başlatıyor. Bu arada yanında çalışan bir stajyerde de bu mikrobu saptayınca onu bizmut ve antibiyotik vererek tedavi ediyor. Kendisine ve stajyerine yaptıkları yüzünden de etik olmamakla suçlanıyor ve aleyhindeki dedikodular alıp yürüyor. Yaptığını delilik olarak yorumlayan bir karikatüre de sinirlenmek yerine onu çoğaltıp herkese dağıtıyor Marshall. Mizahın gücü malum. Böylece konunun daha çok konuşulmasını sağlamış oluyor. Zekâsının keskinliğine bu davranışı bile kanıt bence.

Bu arada etkili bir antibiyotik tedavisinin keşfi için bir ilâç firması ile de iş birliğine giriyor ve o firmanın daveti üzerine Amerika’ya taşınıyor. 1989’da, ribozomal dizilim tekniği ile şeklinin benzediği ishal bakterisi Camplyobacter’ dan farklı olduğu anlaşıldığından, insan midesini mesken edinen bu pislik bakterisine “Helicobacter pylori” adı veriliyor. İsimdeki pilor bölümü mideyi kastederken, helical de tipinin benzediği sarmaldan geliyor ama nedense bu mikroba kâşiflerinin adını vermeyi düşünen olmuyor…

1994’de yani Lancet’te bu keşif yayınlandıktan 10 yıl sonra Amerika’nın ilâç otoritesi FDA, eğer bu mikrop midede saptanırsa antibiyotikler ile tedavi edilebilir fetvasını veriyor. Konu FDA onayı alınca bakışlar değişmeye başlıyor. Ancak tıp âlemi de az buz tutucu değildir. Pek çok dahiliyeci bu buluşa dudak büküyor. “Ne var yani bazılarının midesinde mikrop varsa, hepsinde olduğu ne malum, herkese endoskopi ve biyopsi yapamayız ya” diyerek asit gidericileri reçete etmeyi sürdürüyor. (Ben o günün tıp ortamlarında benzer minvaldeki konuşmalara tanığım. 40 yıl sonra hâlâ öyle düşünenler olduğunu da biliyorum.)

1996’da Marshall Amerika’dan ülkesine geri dönüyor. Bu arada birçok ödül aldıysa da asıl 2005’de Warren ile birlikte Nobel ödülünü alıyorlar. Ancak o zaman tutucu doktorlar gastrite ve gastrointestinal ülserlere antibiyotik yazmaya başlıyor. Ancak bu gelişme bile mide asidi ilâçlarının havlu atmasına neden olmuyor. Mide ülseri rehberleri bugün bile asit ilâçlarının listesiyle başlıyor. Üstelik eskiden kıyıda köşede kalmış bir tanı olan “reflü” hatırlanıp vara yoğa bu teşhis konuyor ki asit ilâçları daha çok reçete edilsin...

Bizim tedavi kelimemize karşılık İngilizce’de “cure” ve “treatment” olarak iki ayrı kelime var. Bu çok önemli bir ayrım. Çünkü “cure” tam iyileşme demek. Örneğin zatürre olmuş ama uygun antibiyotik tedavisiyle tamamen düzelmişseniz buna “cure” deniyor. Ancak tansiyonunuz yüksekse ve ilâçla düşüyorsa buna “treatment” deniyor çünkü ilacı almazsanız tekrar yükselir, dolayısıyla bu tam bir iyileşme değildir. (Aslında bizde de “cure” karşılığı “kür” lafı var ama kaplıca kürü, arınma kürü gibi anlamından çok uzaklaşmış bir şekilde kullanılıyor.) İsimlendirmeye ait bu fark, iletişim sorunları da yaratıyor. Örneğin müzmin migren hastasının “bu derdimin dermanı yok” diye yakınmasına karşılık doktor “verdiğim ilâçlarla ağrın geçmiyor mu, niye tedavisi yok diyorsun” diye direnç gösterdiğinde bu adlandırma problemi dile getirilmiş oluyor.

Mide asidini azaltıcı ilâçlarının aslında ülserleri yok ettikleri falan yok. Ancak bu “treatment” ile milyonlarca kişinin ağrı atakları durdurulabildiği ve ameliyata gitme oranı düştüğü için, ataklar yeniden geri dönüyor olmasına rağmen sanki “cure” sağlıyormuş gibi pazarlanıyorlar. Pazar dediğim de az buz değil. Bu ilâçların yıllık pazarı sadece Amerika’da 3-5 milyar dolar hacmindeyken dünyanın her yerindeki her ailede ülserli birileri var. Üstelik yoksul ve hijyen sağlanmayan ülkelerde daha çok var. İşte bu büyük kazanç kapısı Marshall-Waren keşfinin yılan hikâyesine dönmesinin de püf noktası.

Bazıları diyor ki “Tıbba da güven olmuyor. Doktorların fikri de modalar gibi değişiyor. Dün öyle diyorlar bugün böyle. Üstelik biri şöyle derken öteki böyle diyor…”

Tıp uygulamalarının değişiminden yakınanlar kendilerince haklılar elbette ama tıbbi bilgi dediğin de zamanla değişiyor. İyi ki değişiyor ama görüldüğü üzere çok da kolay olmuyor değişim. Mide ülseri bu değişim ve dönüşümün en tipik olanıdır. Örneğin ben öğrenciyken ülserlilere gün boyu birkaç saat aralıkla süt içirilirdi. Süt verilen saatlerin arasındaki saatlerde de asit sulandırıcı ilâç verilirdi. Şimdi sakın süt içmeyin daha fena olur deniyor ve antibiyotikle tedavi ediliyor. Çünkü Marshall ve Waren gibi iyi bilenenden bile kuşkulananlar tarafından yeni şeyler keşfediliyor.

Bir hekimin sapasağlam iken ucu kansere kadar gidebilecek bir mikrop çorbasını içme kararının gerekçesi bile anlatılmaya değerken bu iki adamın başarı hikâyesi değil iki yazı, roman olacak kadar uzun. Birine apacık görünenin diğerlerince bunca geç görülebilmesinde önyargılar kadar çıkar çevrelerinin katkısı anlatmakla bitecek gibi değil.

Hekimler çıkar çevrelerinin oyunlarına niye kanıyor, yoksa onlar da oyunun bir parçası mı diye düşünenlere hiç meslek şovenizmi yapmadan şu kadarını söyleyeyim. Hekimler daha önce de defalara anlattığım gibi bilgiyi üreten değil kullanan kişilerdir. Dünya devi şirketlerin satmak istedikleri şey için yaptıkları yatırımın ve de açıkça ve sinsice yaptıkları reklâmların ise sonu yok. Sinsi reklâmı konu özelinde örneklersek, asit ilâçları için tıbbi literatürdeki makale sayısı binlerce. Üstelik bu yayınların hepsi Amerika’nın en saygın üniversitelerinin prestijli dergilerde çıkan yayınlar. Siz doktor olsanız hangisine inanırdınız, onca kanıta dayalı(!) yayına mı yoksa Avustralyalı iki doktorun yirmi otuz vakalık bir iki yayınına mı? Hattâ onların yayınlarından haberinizin olmaması bile mümkün, çünkü her basılan makaleyi her hekim bulup okuyamaz ki. Ancak ilâç şirketlerinin temsilcileri hekimlerin okumasını istedikleri yayınları çoğaltıp masalarına kadar bizzat ulaştırırlar. Yani hekimlere ulaşan bilgi böyleyse…

Bu globalist çağda Tıp biliminin tümüyle ilâç şirketlerinin denetiminde oluşu anlatmakla bitmeyecek kadar çok uzun bir konu. O yüzden hekimler bu oyunlarda piyon olduklarını bile fark edemiyorlar, lâf, yani yayın kalabalığından. Tek tük istisnalar hariç çıkar çarkıyla hiçbir alâkası olmayan dünyanın herhangi bir yerindeki bir hekimin görüşünü dolayısıyla reçetesini belirlemek pek de zor olmuyor ticaretin en tepesindekiler için. Deyip bu konuyu geçeyim. Bu hikâyenin happy endinde bile yine bir ilâç şirketinin payı olduğunu göz ardı etmeden…

Acı olan şudur ki günümüz Tıbbı “Cure” değil “Treatment” peşindedir. Çünkü artık “Tıp alemi” demek “Tıp sektörü” demektir, sektör demek de kazanç demektir. Bir seferlik “Cure” kazancının, neredeyse ömür boyu süren “Treatment” kazancının yanında solda sıfır oluşundan ötürü…

Sonuç olarak, gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu var. Asitte bakteri üremez lâfının hurafe olduğu, mikrop denilen mini mini canavarların asitte bazda, betonda plastikte, buz dağlarının kilometrelerce dibindeki derinliklerde, havalı ortamda havasız ortamda, yaşamla bağdaşmaz zannettiğimiz hemen her yerde yaşamayı becerdiklerini artık öğrendik. (Canavar dediğim elbette bize zararı olan mikroplar yoksa mikropların çoğunluğunun bizim için faydalı olduğunu hattâ onlar olmazsa bizim de var olmayacağımızı da unutmadan.)

Strestendir denilen pek çok derdin asıl nedenleri de gün be gün açığa çıkıyor. Ninem dedem çağında bulaşmadık aile, öldürmedik taze bırakmayan verem belâsına nasıl “ince düşünmektendir, kara sevdadandır” denirken aslı astarı bir tombul bakterinin akciğerleri yiyip tüketmesiyse, anam babam çağında “sinirden stresten” denilen mide ülserlerinin nedeni de başka bir tombul bakterinin mide duvarına tebelleş olmasıymış işte.

Bakış açısı denilen şeyi örneklediğim “Gözünün gördüğüne bile inanma” yazısında kapıda Zeki’yi arayanın Zeki’yi, Necdet’i arayanın Necdet’i gördüğünü hatırlayacaksınız. Kapının önü yerine kapının ardını görebilenlerse nadirden de nadir. “Sen bu görüntülerde kanser ara” denmişken “ama ben burada bakteriler görüyorum” diyebilme tutturukçuluğu için 2024’te ölen John Robin Warren’e ve de gördüklerini görmek istemeyenlere zorla göstermek için bile isteye kendini ülser ederek milyonlarca insanın ülserine derman olan James Barry Marshall’a en kocamanından selam ve saygılarımı sunuyorum.


21 Eylül 2025

Not:

Nobel Ödülü sırasında çekilmiş bu fotoğrafta daha genç olan Marshall, yanındaki eşi Adrienne. Warren’in yanındaki ise geliniymiş. Eşi bu ödülden birkaç yıl önce öldüğü için Warren “sonunda başardığımızı göremedi” diye çok üzülmüş.
Marshall ve Warren’i tanımak isterseniz: tıklayınız
Marshall ile yapılmış upuzun bir röportaj da özellikle hekimler için: tıklayınız.

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ

 

 

  Son olarak 21.09.2025 tarihinde düzenlenmiştir.