GERİ

Bekçi Murtaza

“Veteran Day” yani asker bayramı nedeniyle her yerin kapalı olduğunu son anda fark ettiğimiz için avare gibi yollarda dolaşıyorduk, müze gezmek yerine. Kocaman bir binanın gepgeniş ve upuzun granit girişinde bir genç kaykayıyla kayarak selfie video çekimi yapıyordu ki binanın güvenlik personeli kapıya çıkarak onu kovdu. “Herkes medya fenomeni olma peşinde” diye az önce dedikodusunu yapmıyormuşum gibi bu sefer de “Sanki yedi binanızı, önünde kayarak. Bekçi Murtaza işte, ne olacak” diye bu kez de güvenlikçiye kızdım.

Azı çoğu fark etmez, insanın eline yetki geçti mi nasıl da kolayca hükümdar rolüne büründüğünü “Bekçi Murtaza” filmi kadar etkili biçimde anlatan başka bir şey bilmiyorum. “İktidar zehirlenmesi” deyip sadece politikacılara sınırladığımız genel insanlık ayıbını tam da olduğu gibi aktarıyordu uzun yıllar önce izlediğim film. O gün bugündür dilime pelesenk oldu Bekçi Murtaza lâfı.

Virginia eyaletinin Richmond şehrini geziyorduk. Çoğu yere yürüsek de hava dondurucu olduğundan farklı rotalarda epeyce de otobüs turu attık. ABD için çok şaşırtıcı bulduğumuz bir şekilde bedava belediye otobüsleri ile. New York için yapılan vaât hayal ürünü sayılsa da bu şehirde ulaşım gerçekten bedavaydı. Hava alanından otele giderken de, şehrin en ücra mahallerine giderken de, merkezde her durağa uğramayıp sadece kendine özel havalı duraklarında duran öteki otobüslere bindiğimizde de hiçbir ücret ödemedik. Bunu önceden öğrendiğimiz için araba da kiralamamıştık zaten.

Gökdelenleri olsa da en az 50 sene öncesinde yaşayan bir kasaba gibi olan Richmond’da otobüse binerken sürücüyü selamlamak, inerken teşekkür etmek gibi bir âdet bile var. Belediye otobüsü sürücülerin herkesin yerine geçip oturmasını bekleyişlerini, çok yavaş hareket edenlerin son dakikada ayağa kalkınca epeyce geciken inmelerini bekleyişlerini, bisikletlerin otobüsün önüne asılmasını bekleyişlerini, tekerlekli sandalyede gelen olduğunda koltuğundan kalkarak önce rampayı açıp sonra kendisine ayrılmış bölmeye yerleşen tekerlekli sandalyeyi bizzat sabitleyip yeniden yerine geçişlerini yani sabır taşı oluşlarını İstanbul’un otobüs şoförleri ile kıyaslayarak izliyorduk. Richmond’un otobüs şoförleri hakkında epeyce gözlem yaptık üç beş günlüğüne gittiğimiz bu şehirde. Çoğu kadındı. Çoğu siyahtı. Çoğu çok kibardı. Çoğu denemeyecek özeller de vardı elbette.

Bir şoföre rastladık ki tam bir bekçi Murtaza’ydı. Sesli müzik dinlemeyin” komutuyla başladı yolculuk, emirler yağdırdığı anonslarla sürdü. Otobüsün içinde olup biten her şeye karışıyordu. Son durağa yaklaşırken bile hala anons geçip ayar çekiyordu yolculara, az sonra herkes zaten inecek diye bile düşünemeden. Burası benim alanım, benim hükümranlığım, ben ne dersem o olacak havasına gömülmüştü. O yolculuğun bitiminde ben de öğrendiğim üzere tam ağzımı açacakken gördüğüm şoför kadının meymenetsiz suratı dondurdu dudaklarımı “teşekkürler” diyemedim inerken. Sonra da üzüldüm, o kadın hiç kimseden iyi bir söz duyamadığı için. Tavuk ve yumurta hikayesi döndü durdu kafamda…

Lisedeki Din dersi hocamız derslere şapkayla girecek kadar iddialı giyinen bir kadındı. Benim dinle o zaman da alâkâm yoktu ama iyi öğrenci olmak yüzünden din dersi notlarım da yüksekti, hocayla aram da iyiydi. Bir gün namaz dualarını ezberleme ödevi verdi hoca. Haftada bir saat din dersimiz vardı. Sonraki hafta ilk beni kaldırdı sözlüye “Oku bakalım duaları” dedi. “Ezberlemedim” dedim. Çok kızdı. “Arapça bilmiyorum, ne dendiğini anlamadan ezberleyemem ki” demem üzerine daha da kızdı. “Haftaya kadar ezberle, gene tahtaya kaldıracağım” diye beni oturturken sıfırı da oturttu. Haftaya yeniden kaldırdı, aynı muhabbet sonucu bir sıfır daha oturttu. Kaç hafta sürdü bu bilmiyorum ama benim sıfırlar toto kolonu oldu. Not ortalamam böylece düştü, düştü ve ikmâle kaldım. Diğer hocalar devreye girdi. Yapma etme, bu kızın bütün notları yüksek, ortalaması düşüyor, üniversiteye gidecek, geleceği ile oynuyorsun falan filan demişlerdir her halde ama hiçbiri kâr etmedi. Beni aynı/tek suçtan (suç olduğu da tartışılır elbette) defalarca cezalandırdı. Sonuçta ancak kurul kararı ile sınıfı geçebildim. Ona kalsa sınıfta kalmam lâzımdı. Sorun ne namaz duasıydı ne de benim herhangi bir şeyi öğrenmeden ezberlemeye karşı çıkışım. Sorun sadece karşı çıkışımdı. Ona. Yani iktidarına…

Kızım yeni yeni ayağa kalıyordu. Sehpanın kenarına dikilip ayakta durmaya çalışırken, bir eliyle sehpaya tutunup diğer eliyle sehpadaki danteli çekip yere attı. Kaldırıp yerine serdiğimde gözümün içine bakarak yeniden çekip gene yere fırlattı. Bu sefer neden atmaması gerektiğini anlatarak yerine yerleştirdim. Yeniden alıp attı. Bu kez azarlayarak yerine koydum, gene gözüme baka baka tutup fırlattı. Daha bacakları doğru dürüst tutmayan velet bana kafa tutuyordu. Bu kez sesimi yükseltip tehdit ederek yerine koydum danteli, gene çekiştirip gene fırlattı. Kaçıncı seferdi bilmiyorum sonunda bende contalar attı ve elinin üzerine vuruverdim, bağırarak hem de. Pamuk gibi bembeyaz ve pofuduk eli kızarınca geldim kendime. Yaptığımın ancak o zaman ayırdına vardım. İktidar savaşına girişmiştim bebeğimle. “Senin değil benim dediğim geçerlidir ve de güç bende” diyerek. (O gün akıllandım bir daha asla yapmadım, merak etmeyin.)

Bazı köpek sahiplerini görüyorum (hepsini demeye cesaretim yetmiyor), köpeklerinin ne derlerse yapmasından ötürü övünüyorlar. Hele bir yapmasın denileni. Kimi görece yumuşakça kimi alabildiğine sertçe eğitiyor kölelerini pardon köpeklerini. Ne denirse yaptıklarında alıyor köpekler aferini de ödül mamasını da. Sonra da anlatıyorlar köpeklerinin onları ne kadar çok sevdiğini. İktidar yalakalığına köpekleşme denilmesinin nedeni bu mu ola? Evde köpek besleme salgınının nedeni karşılıksız sevgiye hasretimizdir dense de asıl neden iktidar hırsımızın tatmini midir yoksa?

Hükümranlığımız ne kadar önemli ve ne kadar deliriyoruz hükmümüz tehdit edildiğinde. Ne çok bekçi Murtazalığımız pardon iktidar düşkünlüğümüz var hem de azımızın değil topumuzun. Erk bende diye dayatıyoruz, dayatabildiğimize elbette. Kimin gücü kime yeterse. Evde babalar, askerde onbaşılar, apartmanda yöneticiler, devlet dairelerinde memurlar, şirkette müdürler, mutfakta şefler, okulda öğretmenler, hastanede doktorlar, takside şoförler, say saya bildiğin kadar, daracık makamlara sığdırılan iktidar terörümüzü.

Ufacık bir iktidar alanı gasp edebilenin diğerine dayatmasının altında yatan nedir dersiniz? Hele hele iktidar alanı genişlediğinde “Ben var ya ben!” havasına geçiş yapmanın altında hangi zaafımız yatıyor acaba?

Hepimiz az ya da çok birer Bekçi Murtazayız tamam da makamımız büyüdükçe genişliyor, derinleşiyor ve pekişiyor hükmetme hastalığımız. Bunun nedenlerine kafa yormalıyız. Sadece sonucu görmekle olmuyor çünkü. Hele hele kendimizi görmeyip başkasındakine lâf etmekle hiç olmuyor.

Ayna diye bir şey de var ama bakan gözler istemediğini görmüyor.


16 Kasım 2025

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ

 

 

  Son olarak 16.11.2025 tarihinde düzenlenmiştir.