Yüzme Öğrenilir
Bu yazı, yüzme bilmeyen can arkadaşım Naz’a yazılmış,
ama kasten dileyen herkese postalanmış bir mektuptur.
Sevgili arkadaşım Naz, sana yüzme öğretebilirim. Ben ne spor hocasıyım, ne de doğru dürüst kulaç atabilenlerdenim. Bu iddiamın nedeni bambaşka. Aslında hiç de başka olmayan bir şey. Sana anlatacağım.
1- Beyin İşlemcidir; İşetir
Nutuk başlıyor:
Bu eski ve yeni beyin ayrımını bilmenin yüzme öğrenmeye ne faydası var dersen, o ooo, çok bekleyecek (4-5 sayfa falan), oraya gelene kadar, beyin üstüne daha bir dolu laf okuyacaksın:
Bu kaba ayrıştırmayı sürdürürken öncelikle belirtmeliyim ki, en dibe saklanmış olan “antik beyin” yaşamsaldır. Sadece hayatta kalabilmemiz için çalışır. Acıkma/susama gibi beslenme, cinsel istek/beceri gibi üreme ve de benzeri bütün yaşamsal işlevlerimizin kumandası buradadır. Bütün iç organlarımızın çalışması da buradan yönetilir. Göz yaşarmasından tükürük üretimine, sindirim için bağırsakların kasılmasından, kötü tat ve kokuyla midemizin bulanmasına, korkunca yüreğimizin ağzımıza gelmesinden, şaşırınca gözlerimizin belermesine, panikleyince tüylerimizin dikleşmesinden, utanınca suratımızın kızarmasına, kızınca elimizin yumruk olup kasılmasından, ani bir felaket karşısında donup kalmamıza varana dek, hayatta kalmamızı sağlayan her şeyin kumandası oradadır.
Şimdi sıkı dur; çok önemli bir şey söylüyorum; antik beyin akıl dışı çalışır. Yaptığı her şeyi otomatikman yapar. Düşünerek değil. Çünkü yukarda söz ettiklerim dahil beynin bu bölümünün yaptığı her şey, tekrarlıyorum; “hayatta kalma programı” tarafından otomatiğe bağlanmıştır, düşünmeden anında yapılır.
Bu antik beyin için söz ettiklerimizden çıkan doğal sonuç gereği, yeni yani büyük beyinse düşünerek, akılla çalışır. Daha doğrusu, akıl dediğimiz şeyin oluştuğu yer “yeni” beyindir. Mini minnacık eski beyin, hiç akla başvurmadan bizi yaşatıp, hayatta tutarken, ona göre çok kocaman olan beyin kıvrıntılarımız aklımızdır. Aklımızsa nasıl yaşadığımızdır.
Madem kabadan gidiyoruz, şöyle bir ayrım daha yapabiliriz. Eski beyin duygularımızı, yeni beyinse aklımızı üretir, diyebiliriz. Bunlar birbirinden etkileşmez mi, birlikte çalışmazlar mı, diye kafa bulandırmayalım. Elbette öyledir de buralara girmek, konuyu çok uzatacağından, duygular ile aklın arasındaki ayrımın sınırı nedir, falan demeden, izninizle şimdilik, bu bölünmüşlükten ilerleyelim.
Antik yani eski beyin, evrim aşaması bize uzak olmayan bütün canlılarda, benzer şekilde vardır. Örneğin bir köpek de kanının temizliğini böbrekleriyle yapar. Bunun için de mesanesi dolunca işer, biz de öyle. Çişin yapımından söz edecek değilsem de izninle işeme örneğini sürdüreceğim. Bu basit iş, oldukça kapsamlı bir organizasyonun sonucudur. Mesane denilen kastan ibaret kesenin, böbreklerden çiş geldikçe gevşeyip büyümesi, bu sırada kesenin ucunda bulunan kanalın tam olarak kapalı kalıp çişi damlatmaması, kese dolunca, “mesane doldu bilgisinin beyne iletilmesi ve “boşalt” emrinin geri getirilmesi, bu haberleşmeyi sağlayan sinirler, o sinirleri birbirine bağlayan sinir ağları ve demet demet sinirlerden oluşan sinir yolları, bu yolların emir eri olan kimyasal haberciler, mesane kasların kasılırken eş zamanlı olarak kanal kaslarının gevşemesi ve böylece idrarın boşaltılması, idrar tam boşalana kadar beklenip kanalın erken kapatılmaması, daha bir yığın ayrıntının yönetimi ve denetimi, yani hepsinin kumandası, hep bu mini minnacık antik beyindedir, köpekte de bende de. Yollar da aynıdır yolcu da. Zırnık fark yoktur. Fark koskocaman yeni beyindedir. Ben, çişim geldi diye bulunduğum yere işeyivermem. Aklım buna izin vermez. Uygun zamanı ve zemini ararım, hatta yaratırım. İşte yeni beynimin (aklımın), bana (insana) katkısı budur.
Bulduğu duvarın dibine işeyen herifleri ve dışarı çıkarılmazsa patlayana kadar çişini tutabilen ev köpeklerini falan, iyisi mi hiç konuşmayalım, yoksa “evrim basamaklarının neresindeyiz” sorusunu da sormak gerekiverir…
Bu girizgâh epeyce uzadı. Konuya ısındıysak, burada kesip ikinci bölüme geçelim isterim.
2-Beyin Korkaktır
Bir önceki bölümde beyni kabaca ikiye ayırmış, böl anlat taktiği uygulamıştım. Bu bölücülüğü pekiştirerek amacıma doğru giderken, bir temel noktayı daha anımsatayım:
Bu “öğrenmeden bilme” ve “öğrenerek bilme” konusunda kafamız pek net değildir. O yüzden zaten sahip olduğumuz şeyler, baştan görünmez de zaman içinde ortaya çıkarsa, onları biz edindik sanırız. Doğuştan bilme ve sonradan öğrenme konusundaki algı, daha doğrusu yargı karmaşasını, korkularımız (fobiler) konusunda da yaşarız. Uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, dedemin dedesi Freud’un etkisi, nedense azalacağına zamanla çoğalır ve onun bakışı ile biz, fobilerimizi öğrendik (çocuklukta edindik) sanırız; oysa biz hiç öğrenmeden birçok şeyden korkarız. Bebekler korkmadığı için, bizim korkularımızı öğrenerek edindiğimiz kanısı pekişir. “Aslında çok severmişim ama çocukken beni bir köpek kovaladığı için artık ödüm kopuyor” öyküleri kol gezer. Yanılsamadır. Anlaşıldı, buraya biraz çıpa atalım ve insanların en önemli korkularını (fobi) beraberce listeleyelim:
Bilmem başka var mı, bir çırpıda benim aklıma gelenlerin tümü bu kadar (Psikiyatristlerin “performans anksiyetesi” dedikleri başarısızlık yani sahneye çıkma korkusunu kasten liste dışı tuttum).
Bence korkularımızın hepsi antika, hatta düpedüz köhne. Çünkü biz şehirde tüneyenler, artık örümcek ya da yılan sokmasından ölmüyoruz. Hatta ülkemizde zehirli hayvan türleri bile yaşamıyor, onların soyları çoktan kurudu ama hala örümcek fobisi olan insanlar bile var. Veba, ortaçağda insanları kırdı geçirdi ama biz sadece adını biliyoruz o hastalığın. Çoktan Veba mikrobunun da soyu kurudu. Bunu da biliyoruz bilmesine yada veba nedir bile bilmiyoruz ama farenin adını duyunca bile koltuğun tepesine zıplıyor bazılarımız. Oysa hiç birimiz fare tarafından da ısırılmadık. Isırılanı bile görmedik, hatta en çok korkanların birçoğu ömründe fare bile görmemiş olabilir. Freud usulü ana babamızı da suçlayamayız, bizi fareyle korkuttular diye. Bu ve benzeri hiçbir tecrübemiz yok. Yani korkularımızdan sorumlu olan ailemiz ya da biz değiliz, yani yeni beynimiz değil, suçluysa eğer antik beynimiz suçlu. Öğrendiğimizden değil, zaten (atalarımızdan beri) bildiğimizden dolayı korkuyoruz. Oysa korkularımızı edindiğimizi sanıyoruz. Yanılıyoruz. Biz onlarla doğuyoruz, sadece su yüzüne çıkmaları sonradan oluyor, hani bebeğin sonradan yürümeye başlaması gibi.
İnanmadın mı bana Naz, sen hala tersini mi düşünüyorsun? Peki tamam, çocukken bir gün seni köpek kovalamıştı, o gün çok korktuğun için şimdi de köpekten korkuyorsun. Öyle mi? Boş versene, köpekler sadece korkanı kovalarlar. Çünkü inanılmaz oranda hassas olan burunları, insanın korkunca salgıladığı adrenalinin kokusunu metrelerce uzaktayken bile duyar, düşmanın geldiğini (yani korkanı) algılar ve saldırırlar. Yani sen bu anlamda, zaten beyninde kaçmaya başladığın için kovalandın. Çünkü ataların kurtlarla boğuştu ve onların ne kadar güçlü savaşçılar olduğunu öğrendi, yaşamak için onlardan korkmak/kaçmak zorundaydı. Sen de o genlerle donanımlı olarak doğdun. Evrim ne bilsin bizim ormanı çoktan terk ettiğimizi, kendimizi ördüğümüz beton duvarların içine hapsettiğimizi, özgür ruhlu kurdu kuru ekmeğe kandırıp köpek adıyla kapımıza bekçi ettiğimizi, o görkemli panteri bile sütle dadandırıp, minicikleştirip kedi adıyla çağırdığımızı, yani güçlü düşmanlarımızı kapımıza köle, aslında korkularımıza bekçi kıldığımızı...
Sevgili arkadaşım Naz, sadede (yüzmeye) geleceğim gelmesine de laf geveleme uzmanı olduğumdan, hala çevresinde dolanıyorum. Zaten malum, seni bahane ettim “…gelinim sen anla” demeye çalışıyorum. Mademki maksadı açık ettim, buyurun, şimdi korku konusuna attığımız çapayı çekiyor, hep beraber bir sonraki yazıya taşınıyoruz. (peşimizden ayrılanı, börtü böcek ham yapsın)
3-Beyin yüzmekten korkar
Sevgili arkadaşım Naz, hani bana yüzmekten korkuyorum, demiştin. Bildiğim kadarıyla, daha önceden bir boğulma deneyimi ile öğrenilmiş bir korku değil senin ki. Çünkü denize uzak bir ilde büyümüş, ömründe ilk kez yüzmeye gitmişsin. Denize de gitmemişsin de öğreneyim diye önce bir spor kulübüne gitmişsin. Bir havuzda, iki yanında iki yüzme hocası varken, suya girmekten çok korkmuşsun. Seni kırk yıldır bilirim, tanıklık da ederim; ödlek ördek değil, akıllı, eğitimli, sağduyu sahibisindir ama bütün bu özelliklerin bu konuda hiç işine yaramamış. Bilmem hatırladın mı, bana bu olayı anlatırken demiştin ki: “ ölmekten falan değildi korkum. Biliyorum anlamsızdı. Zaten yanımdaki profesyonellerin boğulmama izin vermeyeceklerini biliyordum. Gel gör ki fikri bile ürküttü. Havuzun kenarına geldiğimizde her yerim kasılıp kaldı, ne yaptımsa gevşeyemedim. O gün bugün hala aynı durumdayım. Yüzmekten korkuyorum”
Ne demiş oluyorsun, benim can arkadaşım: “Aklım duygularımı yönetemiyor. Korku duygumun baskınlığı, aklımın yol göstericiliğine direniyor” Doğru anlıyorsam, demek istiyorsun ki “korkumun akılcı bir temeli yok ama bu yoğun korkuyla baş edemiyorum”
Arkadaşım, senin sorunun nedir belli, ama nedeni belli mi? Elbette belli. Bence. Anlattım ya. Antik beyin; ya da hayatta kalma dürtüsünün baskınlığı. Atalarımızın geliştirdiği hayatta kalma rehberi, “suya girmekten korkmalısın” diyor. Edinilmiş akıl, bu “antik bilgi”nin (çünkü edinilmiş olması için böyle bir deneyimin yok), yönlendirmesiyle başa çıkamıyor.
Yanlışlık nerde ya da ne olacak şimdi?
Yanıtlar için isterseniz sadece tüylerimize bakalım. Vücut kıllarımızın miktarını, hadi daha kibarca olsun, saçlarımızın rengini ve biçimini düşünelim. Her birimiz, bu açıdan yani kıl tüy açısından bile, birbirimizden ne kadar farklıyız, değil mi? Ben bu farklılığının atalarımızdan miras olduğunu yani kalıtsal olduğunu söylesem, ne dersin? Sonra, saçların erken beyazlamasının ya da dökülmesinin edinsel olduğunu; gebeyken annenizin yediği yemeklerden, bebeyken sarmalandığınız kundağın yıkandığı deterjandan falan olduğunu eklesem ne dersin. Sadece kafa karıştırmış olurum, di mi? Kalıtsal ya da edinsel, her neden olursa olsun, tüylerimiz farklıdır. Duygularımız da. Oysa hepimiz tüylü ve duyguluyuz. Çünkü yaşam için ikisi de elzem.
Şimdi tam sırası, öğrenilesi bir kural:
Eğer istersek, “öğrenmeden bildiğimiz” her şeyi tersine çevirebilir, “öğrenerek” tersini bilir hale gelebiliriz. (davranışçı psikoterapistler niye türediler sanıyordun) Başlangıçta çok ya da az korkuyor olmamamız sonucu değiştirmez.
Adı Naz olmayan ve kendi yüzme bilenler, bir sonraki bölümü okumasınlar. Çünkü o yazı arkadaşım Naz için özel yazıldı. Meraklısına, merak uyandırmak için özellikle duyurulur.
4-Beyin nazlanır
Sevgili arkadaşım Naz, beyne ait kaba saba özetlediğim bu bilgiler eşliğinde, sana antreman yaptıracağım. Sen suya girmeye bile korkarken nasıl yüzme antremanı yapacağını sorarsan, söyleyeyim; benim antreman dediğim, beyin antremanı. En başından beri her söylediğimi bolca yinelemelerimin nedeni de belli; öğrenmenin en temel ilkesi. İşte başlıyoruz:
-Sudan niye korkuyoruz?
-Bildik ama yetmedi mi?
-Nasıl mı?
-Derinlerde suyun dibine batmayacak mıyız? Batınca su yutmayacak mıyız?
-Ne demiştin Naz, “suyun kenarında kaskatı kesiliyorum, gevşeyemiyorum” Hatırladın mı?
-Demek ki neymiş: her şey beyinde başlar beyin de bitermiş (suyun konuyla ilgisi yokmuş) Antik beyin, korkar yani ölmek istemezmiş ama yeni beyin, ona yaşamanın yeni yollarını (isterse) öğretebilirmiş. Bunun için sadece biraz egzersiz gerekirmiş.
1-Suya giren beden gevşemeli ve en geniş alanı kapsayacak şekilde suyun üstüne yayılmalıdır çünkü suyun kaldırma kuvveti buna bağlıdır.
2-Suyun üstüne sırtüstü yatma denemeleri ile beden suyun üstünde/içinde olmaya alıştırılmalıdır. Bu alıştırma, istenirse şişen kolluklar ile istenirse makarna benzeri yüzen bir şeye tutunarak, istenirse belin altından hafifçe tutacak güvenebilir bir arkadaş yardımıyla yapılabilir. İskeleye ya da havuz kenarına tutunarak kendi başına da yapılabilir. Ne var ki bilinen her şeye rağmen, ilk denemelerde yine refleks olarak top gibi katlanıp suya batılır. Otomatikman ağız açılıp su yutulur. İlk seferde bunlar olur. Olsun. Bu durum bizde aynı duyguyu uyandırsa da, aslında bu bir boğulma değildir. (Suyu ciğerimize göndermemeyi doğuştan biliyoruz, öğrenmemiz gerekmiyor demiştim ya, gördünüz mü yuttuğumuz su ciğerimize değil, midemize gider. Bana inanmasan bile korkma. Aksi olsaydı, askerlere yüzme öğretmekle uğraşmamak için, açık denize götürüp hepsini birden suya atmazlardı) Zaten ilk seferinde su yutulsa bile, sonraki denemelerde ağzı kapalı tutmak öğrenilir. Denedikçe top gibi katlanmamak da becerilir. Elimize ilk kez kalemi alıp, iki satır arasına bir düz çizgi çizmemiz istendiğinde nasıl bir şey çizdiğimizi hatırlıyor muyuz? İlk seferde bir A harfi bile yazamadık diye şimdi yazı yazmayı beceremiyor muyuz? Kalemi ilk seferinde fırlatıp atmış mıydık? Ha gayret teslim olmak yok. Yeniden deniyoruz. Denedikçe başarıyoruz. Derindeki beyin, sudan ölümüne korkan antik beyin, suya girince, boğularak ölmeyeceğini de deneye deneye öğreniyor...
3-Su yuta yuta yutmamayı da öğreneceksin.
4-Bir yere tutunup, bacaklarını hareket ettirmeyi öğrenmelisin.
5-Yüzerken nefesini kontrol etmeyi de öğreneceksin.
6-Kulaçlarını kullanmayı öğrenip teknik geliştirmelisin.
7-Kulaç atmayı da öğrendikten sonra bensiz öğreneceğin çok şey var. Kelebekleme var, kurbağalama var, takla var, dibe dalıp kabuk çıkarma var, amuda kalkıp suyun yüzeyinde bacak gösterme şovu var. Zaten ben bilmediğimden, bunları sana öğretemem ama sen bütün bunları ve çok daha başkalarını, suyla oynaşında zamanla kendin kendine bile öğreneceksin. İlk aşamaları geçtikten sonra sudan çok haz alacağını biliyorum. Çünkü su içinde olmak böyledir, haz verir. Sudan söz ederken niye böyle erotik sözcükler kullanıyorum sanıyorsun. Artık ne yaparsan yap, denedikçe hep daha iyi becereceksin. Eminim çünkü suyun değil korkunun düşman olduğunu biliyorsun.
8-Suyla yani yüzmeyle tanıştığına hiçbir zaman pişman olmayacak, hatta misyoner olup başkalarına da çöpçatanlık yapacaksın.
Keyfin artsın.
5-Beyin, neyi tekrarlarsan onu bilir
Sonunda ifşa ettim işte; artık beynin en önemli sırrını biliyorsun:
Edinilen her bilgi tekrardan ibarettir. Beyin bilgiye doymaz. Her şeyi öğrenir. Yeter ki tekrarlansın. Aslında birinci yazının en başında yazmıştım, bu noktaya dikkat demiştim, yeni yani kıvrımlı beyin çok büyüktür, demiştim. Bu yüzdendi: Gerçi eski beynimiz, hayatidir; yaşamsal önemdeki en temel yetilerimizi oluşturandır ama yeni beynimiz tartışmasız olarak onun üstündedir.
Demek ki neymiş: Öğrendiklerimiz de ve öğrenmeden zaten bildiklerimiz de yenileriyle değiştirilebiliyormuş; sadece tekrarlayarak. Neyin tekrarlanacağı bize kalmış:
Yüzme öğrenmek mümkündür.
Bu upuzun ve “arkası yarın”a dönüşmüş yazının, laf kalabalığında kaybolmuş ana fikrini son söz olarak belirtmek isterim: Yaşamın kalitesini artırmak için beyni bir enstrüman gibi kullanabilmek gerekir. Bu enstrümanı çalmanın kuralı bir müzik enstrümanı çalmakla aynıdır: Aletin temel prensiplerini öğrendikten sonra (bu yazının amacı buydu) notaları önünüze koymak ve bıkmadan tekrarlamak. Yani çok çalışmak. Sadece notalara bakarsan, her şey çok basittir ama “iyi müzik” biraz karmaşıktır. Beynin işleyişi çok basittir ama “iyi yaşam” için savaşım yoğun olmalıdır. İşin ucundan tutmakla olmaz, çok sıkı çalışmak gerekir.
İsteyen yaşamını güzel bir müzik gibi yaşar. İstemeyen de (bu yazıyı okuduktan sonra beceremiyorum bahanesine de sarılamaz) yaşama biçimini değiştirmek için hiçbir şey yapmaz. Yapmayan da kakafoni dinlemekten yakınamaz.
Ürettiğim kakafoni affola; bir yandan ükela genlerime, öte yandan iyi niyet genlerime yorula... Çabalıyorum, tekrarlıyorum ya, günün birinde benim de doğru düzgün yazmayı (hem de kısa) öğrenebileceğim umula…
26 Haziran 2011 |